Pazartesi

“Sükut”tan “ikrar”a geçiş mi?



(agos, 11 mayıs 2012)



“Bu sükutun bir anlamı olmalı” yazılarının ikincisi olan geçen haftaki yazımı şöyle bitirmiştim: “Dindar muhafazakârlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak veya kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez. Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hâkimiyetlerini/ otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur.”

Gelişmeler bana “kaldığın yerden devam et” dedi. Zira hafta başı Başbakan Erdoğan’ın “ben hiç tek dil demedim, tek din dedim” açıklaması hayli tartışma yarattı. Gayet normaldi tartışma yaratması, zira tek din de nereden çıkmıştı? Dindar-muhafazakar cephenin böyle bir toplumdan memnun olacağını elbette bilmekle beraber argüman düzeyinde şaşırtıcı bir çıkıştı bu. En iyisi konuşma metnine bakmaktı. Şöyle demişti Erdoğan partisini Adana il kongresinde:

“Terör örgütü ve uzantıları, ‘tek dil’ dediğimden bahsediyor. Ama ben hiçbir zaman ‘tek dil’ ifadesini hiçbir yerde kullanmadım. (...) Ben o zaman 4 tane kırmızı çizgimizin olduğunu söyledim. 3 tane de, yine, ayrıca detay olarak üzerinde çalıştığımız ilkelerimizden bahsettim. Neydi o 4 tane temel çizgi, başlık? Bir, 'tek millet' dedik. Çünkü biz ayrışmaya karşıyız, bölücülüğe ve bölünmeye karşıyız. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, Abazasıyla, Romanıyla, Boşnakıyla, Arnavutuyla biz biriz, beraberiz. Ve ne dedik, 'Yaratılanı Yaradan'dan ötürü severiz' dedik. Bizde ayrımcılık yok, tek millet. İki, biz işte burada da gördüğünüz gibi 'Tek bayrak' dedik. (...) Üçüncüsü, tek dindir. Dil değil, din, din. Bunu söyledik.”

Dördüncüsü de tek devletmiş. Hani merak edip sayan olursa diye yazayım dedim. Konuşma bu. İyi ama biz daha önce hiç “tek din” dediğini hatırlamıyoruz Başbakan’ın? Bu öyle kolay kolay atlanacak bir çıkış değil çünkü. Dolayısıyla en iyisi eski konuşmalara bakmak dedim. (Sadece ben değil herkes dedi) Bulunan konuşmalarda bir yerde (2010 bütçe konuşması) tek dil ifadesi var, demiş yani. Ama tek din yok. Hatta fırsat gelmesine rağmen değinmiyor hiç. Mesela başka bir tanesini buraya alalım:



“BDP benim, ‘Tek din, tek dil’ dediğimi söylüyor. Ben hiçbir yerde böyle bir şey söylemedim. Bir kere biz daha yola çıkarken dine dayalı siyaset yapmayacağımızı açık olarak ifade ettik. Herkesin anadilde konuşma hakkı olduğunu söyledik. Ama tek bayrak dedik..” (30 mayıs 2011)

Gördüğünüz gibi savunma aynı, ama tek din’e hiç vurgu yok. Hatta “niye böyle bir şey söyleyeyim ki?” havasında, Erdoğan.

Açıklama tepki yaratınca hemen tevil yoluna gidildi. Taraf gazetesine bir demeç vermeyi gerekli gören AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “Başbakan da olsa beşer şaşar, dil sürçmesi olabilir. Tek din demokraside ve laiklikte eşyanın tabiatına aykırı” dedi. Daha sonra Başbakan Erdoğan da “Tek vatan yerine tek din demişim. Bu bir dil sürçmesidir, farklı yerlere çekmeye gerek yoktur. Eleştiriyi yapanlar haklıdır” dedi. Beyan böyle olduğunu göre konunun kapanması gerekir. Ben de bunu yapmak istiyorum ama iki pürüz var. Biri farazi, biri somut. Farazi olan şu: Freudyen teoriye göre dil sürçmesi masum değildir. Bu teoriye göre dil süçmesi dediğiniz, zaten zihinde olan bir şeyin yanlışlıkla ağızdan çıkıvermesidir. Dolayısıyla dindar muhafazakarlığın kökenlerine baktığımızda buna bir “lapsus” demek mümkün, ama dediğim gibi, sonuçta bu bir faraziye.

İkinci pürüz ise şu: hiç de dil sürçmesi gibi durmuyor o sözler. Konuşma metnine baktığımızda “tek din” konusuna öylesine gelinmiyor, önce bir yol yapılıyor, sonra da üzerine basa basa, bir de değil iki kez, “din, din” deniyor. “Din diyorum dil anlıyor bunlar” esprisi var. Ama burada da fazla ilerlemeye imkan yok, çünkü Erdoğan “eleştiriler haklı” diyerek, bilinçli söylenmiş dahi olsa bunun bir hata olduğunu kabul ediyor.

Peki bu sözler boş, yaşanmamış bir macera olarak mı kayda geçsin, ne yapalım? Eh, öyle yapalım ama yine de Hüseyin Çelik’in sözlerinin devamını bir not edelim. Tevil çabasının ardından şöyle devam etti Hüseyen Çelik, Taraf’ta: "PKK'nın bütün gayretleri ve çabalarına rağmen Türk-Kürt kavgası çıkmadı Türkiye'de. Bu bir sosyolojik tesbittir. Bu kavga çıkmadıysa eğer bunun temel faktörü; Kürtlerle Türkler arasındaki inanç birliği, gönül birlikteliği iken aynı Allah'a, aynı peygambere, aynı kitaba inanan, aynı camide yan yana saf duran insanlar olmalarıdır. (...) Başbakan, tek din ifadesi ile Türkler ve Kürtler arasındaki ortak değerler dünyasını kastetmiş de olabilir."

Gerçekten de, olabilir. Yani ben demiyorum, AKP Genel başkan yardımcısı diyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde Kürt Sorunu’nu “tek din” formülüyle çözülme çabalarına tanık olur muyuz dersiniz? Olmayacak iş değil.

Son bir not daha. Geçen hafta dindar muhafazakar fikriyatın “azaltılmış” İslam dışı toplulukları kendi meşruiyetleri/otoriteleri için bir dayanak olarak kullandıklarını söylemiştik (bkz: yazının başındaki paragraf) Erdoğan o malum “dil sürçmeli” açıklamasının devamında şunları söyledi: “Biz, ben Müslümanım ama ben Müslüman olmayana da en az Müslümana duyduğum saygı, en az Müslümanın güvencesi kadar onların da güvencesini sağlamakla mükellefim. O Hristiyan olabilir, Musevi olabilir, ateist olabilir, ne olursa olsun. Onun da güvencesini korumak, sağlamak bizim görevimiz.”

Özetle dindar muhafazakarlık burada da görüldüğü gibi “neden bu topluluklar az kaldı” sorusu ile ilgilenmez, kalanları otorite inşası için kullanır. Devam edeceğiz galiba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder