Pazartesi

Bu “sükut”un bir anlamı olmalı (2)


(agos, 4 mayıs 2012)

Geçen hafta 24 Nisan günü iktidarıyla, ana muhalefetiyle yaşanan suskunluğa dikkat çekmiş, bir yandan da Dersim katliamı ve tek parti döneminde dindarların yaşadığı baskı ile ilgili Hükümetin “açığa çıkarma-yüzleşme” çalışmalarına değinmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim:

“Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım..”

Pekala. Elimizde ne var? Öncelikle  CHP’nin tek parti hakimiyetini sürdürdüğü 1923-1946 döneminde toplumun nerdeyse tüm kesimlerinin devletin “tunç” eli  altında olduğu gerçeği var. Bu tunç elin  başta dindar kesimi kapsadığını biliyoruz. Bu, şaşırtıcı değil çünkü Kemalist rejim kendine en büyük rakip olarak dindar muhafazakarlığı görmekteydi. İki kısa ömürlü çok parti girişiminin de (Terakkiperver Fırka, Serbest Cumhuriyet Fırkası) aynı kanaldan gelmesi ve toplumun aynı dinamiklerinde karşılık bulması, daha sonra Demokrat Parti’nin kuruluşuyla bu karşıtlığın kemikleşmesi, bu açıdan anlamlıdır. Fakat bu tunç el, aynı hassasiyeti Kürtlere de göstermiş, isyanlar hayli sert bir biçimde bastırılmıştır. Yine bu tunç el gerekli gördüğü durumlarda azınlıkların da üzerinde olmuş, bilhassa Varlık Vergisi  ile bu uygulama tepe noktasını görmüştür bilindiği gibi. Bir de ta Osmanlı zamanından beri devleti meşgul eden Dersim meselesi vardır. Burada da o zamanki CHP yönetiminin çok sert bir biçimde buraya müdahale ettiğini biliyoruz.

Mevcut duruma gelirsek. Kemalist rejimin en büyük rakip olarak gördüğü ve TSK eliyle bugüne kadar sürekli bastırılan dindar muhafazakarlık, kazandığı net zaferin verdiği güvenle tarihsel anlamda da Kemalist rejimle hesaplaşlak istemekte. Bunun için en elverişli iki alan olarak dindarların gördüğü baskı ile Dersim katliamını seçmiş durumda. Dindarların gördüğü baskıyı mesele etmesinde bir acayiplik yok desek  bile iki konu başlığına baktığımızda bunların mevcut CHP’yi daha da zayıflatmak amacıyla seçildiği görülür. CHP’nin mevcut durumda laik-elit bir tabana dayandığını ancak toplumda dinin siyasi alanda kullanılmasından rahatsız olan bir kesimden de oy aldığını gören AKP, muhtemelen bu kanalı da koparmak istemektedir. Beri yandan Aleviler ile CHP arasında kurulan geleneksel köprüyü de yıkarak CHP’yi daha da geriletmeyi amaçlıyor AKP.

Bu görüşün sağlamasını yapmak için Kemalist rejimin ezdiği diğer iki topluluğa bakmak gerekiyor.
Kürtler ve azınlıklar. İlk bakışta Kürtler meselesinde durum biraz karışıyor gibi görünüyor. Öyle ya, Kürtler de kalabalık? Dolayısıyla Tek parti tarihinde yapılacak bir yüzleşme Kürt oylarını AKP’ye getirmez mi?  Bu örnekte durum pek öyle değil. Çünkü siyasal Kürt hareketi hala aktif, otoriteden/müesses nizamdan hak talep ediyor ve AKP’nin otoritesini zorlayan yegane siyasi akım şu aşamada. Emin olun Aleviler de siyasal Kürt hareketi gibi aktif bir hareket olsalardı Dersim yüzleşmesi filan görmezdik. Hatta büyük ihtimalle şimdi nasıl Kürtlerin ne Zerdüştlüğü ne domuz yemesi kaldıysa, muhtemelen Aleviler için de malum hikayeler, en yetkili ağızlardan pervasızca sarfedilir olurdu. Otoriteler, kendilerine meydan okuyan hareketleri sevmezler.

Gelelim Ermeni meselesine. Burada durum daha da katmanlı bir hal alıyor. Çünkü “inkar” sadece AKP’nin değil, CHP, MHP ve TSK’nın da paylaştığı bir tutum. Neden böyle? Bunu sadece “soykırımcı olarak tanınmama” gibi halisane bir niyete mi bağlamalıyız? Pek öyle değil. Durum biraz Kürtler örneğini andırıyor aslına bakarsanız. Zira Türkiye’li Ermeniler değil ama yurtdışındaki ve Ermenistan’daki Ermeniler Türkiye’nin otoritesini tanımamaktalar ve onyıllardır aktif bir faaliyet yürütmekteler. Ve işin doğrusu iktidarda  kim olursa olsun Türkiye’deki bir hükümetin bu konudaki muhatabı Türkiyeli Ermeniler değil, Erivan ve yurtdışı Ermenileridir, bunu bilelim. Tabii burada muhatap derken herhangi bir temastan bahsetmiyoruz. “Ne dediği izlenen, not edilen, gerektiğinde temasa geçilen” anlamında söylüyoruz. Bu iki merkezin hak talebi  ve Türkiye’nin “üstünlüğünü”  tanımaması, meydan okuması, AKP dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri için her zaman “kabul edilemez” düzeyde görülmüştür. Bu “kabul edilemezlik” çok büyük oranda otoritenin hala “millet-i hakime” takıntısından ve kibrinden kaynaklanıyor.
Peki nereye varıyoruz? 1915 ile ilgili bu inkar politikasının tek sebebi bu mudur yani? Karşı tarafın Türkiye’nin otoritesini/hakimiyetini kabul etmemesi mi? Sadece bu değil elbette. Çok katmanlı bir mesele demiştik. Diğer boyutu ise şu: “ulus devlet” formülünde vücut bulan “homojen toplum” talebi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı, modernleşmeci akımların, ideal toplum olarak ulus-devlet’i seçmelerine tanık olmuştu. Bunda iktisadi olarak daha kolay yönetilebilir bir toplum kadar, kitleleri (savaş gibi konularda) seferber edebilme açısından da tek dil ve tek dinin kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunun görülmesi tayin edici olmuştu. Fakat mesele şu ki, “modernleşmeci kamp” içinde sayılabilecek İttihat Terakki, Kemalist rejim ve CHP’nin yanısıra dindar muhafazakar kamp da başka bir açıdan bu “ulus-devlet” formülünü sevmiş, beğenmişti.
Yerimiz kısıtlı olduğu için kabaca değinmek durumundayız. Fakat şunları artık herhalde biliyoruz. Dindar muhafazakarlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak ya da kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez.  Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hakimiyetlerini/otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur. Yeri gelmişken: bu sadece İslam dışı cemaatler için geçerli değildir. Dindar muhafazakarlığın otoritesini tehdit eden her akım-cemaaat için geçerlidir. Azaltmak/etkisizleştirmek sonra da “sizin hakkınızın da koruyucusu biziz” söylemiyle kendi otoritesini söylem düzeyinde bir kez daha inşa etmek, dindar muhafazakarlığın alamet- farikalarından biridir. Dolayısıyla: modernleşmeci ulus-devlet, işin operasyonel kısmını çoğu zaman gaddarca icra ederken, dindar muhafazakarlık, bu operasyona cepheden karşı çıkmamakta, yüzleşmemekte, bireysel düzeyde bu işin bu kadar gaddarca yapılmasına belki muhalefet etmekte, fakat bir siyasi akım olarak nihai hedeften açıkça şikayetçi olmamaktadır.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Gün olarak 23 Nisan ile 24 Nisan arasında bizim için bir fark yok. 24 Nisan'a bu kadar önem atfetmeniz doğru değil. Yarın da 25 Nisan, kutlu olsun” sözlerini biraz da  bu çerçevede değerlendirebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder