(agos, 30 nisan 2014)
Haftayı Başbakan Erdoğan’ın 24 Nisan açılımının yansımaları
izleyerek geçirdik diyebiliriz herhalde. Doğrusu 25 Nisan’dan itibaren oluşan
hava, gerek AKP çevreleri gerekse Ermeni cemaatinden kimi çevreler açısından
biraz ölçüsüz oldu denebilir, sanırım.
AKP çevrelerinden başlayabiliriz. AKP’ye yakın medyada Cuma
ve Cumartesi günü gördüğümüz başlıklar, manşetler, Hükümet’in ve ideologlarının
yine kendilerini bir dev aynasında gördüklerini ortaya koydu. Evet, geçen hafta
da altını çizdiğimiz gibi bu adımın önemli ve olumlu bir adım olduğu ortadadır
ancak 99 yıl sonra gelen bir taziye ile Erdoğan’ın hemen Nobel Barış Ödülü’ne layık
görülmesinde bir, nasıl desek, acelecilik olsa gerek. Denecektir ki bunu
önerenler arasında Ermeni cemaatinden isimler de var. Hatta gazetelere verilen
şu meşhur ilanı da atlamamak lazım
diyenler çıkacaktır.
Evet sevimsiz bir örnek olacak ama doğrusu o ilk ilanı
gördüğümde aklıma ASALA eylemleri karşısında bir tepki olarak Taksim Meydanı’nda
kendini yakan Artin Penik geldi. Birkaç
gün hastanede can çekişen Penik, odasını dolduran gazetecilere devletin epey beğeneceği
türden açıklamalar yapmış, yurtdışındaki, bilhassa Fransa’daki Ermenileri sert
biçimde eleştirmiş, hatta ağır bir yanık derecesiyle yattığı hastanede o
haliyle söylediği sözler kameraya alınmış, BM’ye gönderilmişti “işte Ermeni bir
vatandaştan teröre karşı açıklamalar” diye.
Bu hayli karmaşık ruh halini değil belki ama, Türkiye’deki
bir azınlık mensubunu buraya sürükleyen denklemi bir parça da olsa anlayabildiğimi
sanıyorum. Böylesi sert ve kesif bir çoğunluk-azınlık denklemi, böylesi yoğun
bir inkar, böylesi bir mağduru suçlu çıkarma, onu bıçak sırtında yaşatma
politikası, köşeye sıkışmış, sıkıştırılmış bir cemaatte bu tip reaksiyonlar
yaratabilir. Yıllar yıllar boyunca usandırıcı biçimde tekrarlanan o resmi
görüş, sadece çoğunluğu değil azınlığı da hizada tutmak için imal edilmemiş
midir?
Dolayısıyla Erdoğan’ın 24 Nisan açılımını biraz da bu can
sıkıcı ve boğucu denklem içinde değerlendirmek mümkün. Yıllar sonra gelen bir
taziyeye ölçüsüz tepkiler verilebilir, cari resmi görüş ile ters düşmek
istenmeyebilir, o büyük resmi görüş/çoğunluk denizi içinde kaybolmak
istenebilir ya da basitçe böyle bir taziye kimileri için gerçekten de
olağanüstü, devasa bir adımdır, böylece tüm sorunlar hallolmuştur. Kimbilir
konu bir kez daha gündeme gelmez artık. Bunların hepsi mümkün ve en azından
benim açımdan şaşırtıcı değil. Kamusal alandaki çoğunluk-azınlık, daha da
açacak olursak Türk-Ermeni ve en az bunun kadar önemli olan Müslüman-Hıristiyan
eşitsizliğinin medyaya, kamusal dile, günlük hayata nasıl yansıdığını biraz
biliyorsak bu tepkileri şaşırtıcı bulmamalıyız. Hatta ve hatta burada bir sorun
görmeliyiz belki de. Zira o kimseye farkettirmeden, dikkat çekmeden yaşamayı
seçenler eski klasik devlete verdikleri reaksiyonların aynısını bu yeni devlete
de veriyorlarsa, orada bir problem var, daha doğrusu varolan o problem hala
çözülmemiş demektir.
Gelelim AKP çevrelerinin tutumuna. Açıkçası zaman zaman “ben
taziye diledim, görmeye gelin” esprisinde ilerleyen yansımalar ilerisi için
biraz umut kırıcı mahiyetteydi. 2 gün sonra gün Milliyet gazetesinin manşetine
yansıyan ve parti içi bir toplantıdan yansıyan kulis bir bilgi olduğu anlaşılan,
Erdoğan’ın söylediği “Top artık onların sahasında” sözleri, geçen hafta altı
çizilen “insani” yaklaşımın üzerinde bir soru işareti yarattı. Bu adımı göklere
çıkarmak için cemaat içinde destek bulunabilir ve verilen bu desteklerle AKP
attığı bu adımı bir tür çarpan etkisiyle varolduğundan çok daha devasa bir adım
gibi gösterebilir. Bunlar mümkündür ve siyasette böyle şeyler vardır. Ancak madem ki işe
“insani” bir adımla başladık, taziyeye uygun bir ağırbaşlılık içinde
ilerlemekte fayda var diye düşünüyorum.