(agos, 23 mayıs 2014)
Bilhassa son yıllarda etrafımıza baktığımızda ne görüyoruz? En azından kendi adıma şunları görüyorum: devlet-sermaye-parti birlikteliği, bu üç gücün içiçe geçmesi. Parti ile işbirliği yapmayan sermayenin yaşam sahasının daralması, buna mukabil parti ile işbirliği içinde olan sermayenin imtiyazlı bir konuma gelerek devlet katında itibar görmesi. Her türlü mali ve hukuki denetimden uzak oluşu. Parti-devlet-sermaye arasındaki insan geçişliğinin son derece rahat, kolay ve yadırganmaz oluşu.
Devam edelim. İktidar ile aynı frekansta olmayan kişi ve kurumların “siyaset” yapmaktan alıkonmak istenmesi. Bir demokratik ülkenin sacayaklarından olan (görüşlerini beğenelim, beğenmeyelim) yargı, STK, sendikalar gibi kurumların iktidarı eleştirdiklerinde “siyaset” yapmakla suçlanması ve anında “madem öyle parti kurun siyasete girin” talebiyle/azarıyla karşılaşmaları. Açıkçası, burada iktidarın özlediği hayat, bildiğimiz orman kanunlarının geçerli olduğu hayat oluyor. Bir kere oy üstünlüğünü ele geçiren iktidarın, işi “güçlüyü dengelemek” olan kurumları “siyaset” yapmaya, daha doğrusu oy yarışına davet etmesi, güçlü olanın güçsüz olanı boğduğu, tüm hakimiyeti elinde tuttuğu ve muhaliflerine kendi uygun gördüğü bir alanda yaşama izni verdiği, bunun sınırlarını güçlünün belirlediği bir sistemin özlemidir. Bu haliyle güçsüzün de kendini teminatta hissedeceği bir rejimle ilgisi yoktur. Demokrasiden çok, faşizme yakındır.
Devam edelim. İktidarın “sevmediği” grupların gösteri yapma hakkının elinden alınması. Bilhassa kentin belli alanlarının gayrı-hukuki biçimde protesto gösterilerine kapatılması, buralarda gösteri yapmaya kalkan grupların gazla, tazyikli suyla, devlet terörüyle dağıtılması. Buralarda gerekçesiz gözaltılara gidilmesi. Evet gerekçesiz çünkü sonuçta protesto ya da gösteri hakkını kullanan bir yurttaşın gözaltına alınması hukuksuzluktur. Dolayısıyla alenen hukuk dışına çıkılması, hukukun çiğnenmesi, partinin çıkarları için deforme edilmesi.
Hukuk demişken..Her türlü siyasi krizin, iktidarın hegemonyasını genişletmek için kullanılması. Emniyet ve yargıya Hükümet’e, partiye bağlı insanların getirilmesi, üstelik bunun alenen yapılması. Partiye bağlı olmayan memurların sürülmesi, açığa alınması. Bu yönde yapılacak itirazların partiye ve Hükümet’e karşı olmakla suçlanması, bunun otomatikman bir “suç” haline gelmesi. Parti ve Hükümet çevresindeki bir kliğin büyük yolsuzluk iddialarının odağında olmasına rağmen soruşturmayı yürütecek savcı ve yargıçların –ikna edici olmayan gerekçelerle- görevlerinden alınması, böylece bu kliğin çevresinde bir zırh oluşturulması.
Ülkenin istihbarat teşkilatının tamamen Hükümet ve parti için çalışan bir aygıt haline getirilmesi. Teşkilatın çevresine yargı ya da denetleme ağına takılmaması için geniş ve kalın bir zırh örülmesi. Teşkilatın hayli şüpheli faaliyetlerine engel olan diğer devlet kurumlarının “vatana ihanet”le yargılanabilmesi.
Ülkedeki medya kurumlarının büyük bir kısmının kah mali şantajla, kah isteyerek Hükümet/parti yanında hizalanması, medya kuruluşları üzerinde bir tür korku rejimi yaratılması.
Polis gücünün sadece muhalifleri değil toplumun büyükçe bir kesimini sindirmesi, Soma faciasından sonra protesto gösterisi yapan insanlara dahi büyük bir hınçla saldırılması, bu insanların neredeyse suçlu çıkarılması. Küçük çocukların dahi gözaltına alınması. Polisin sadece siyasette değil günlük hayatta da dizginlenemez bir şiddetin aktörü haline gelmesi.
agos'taki "kardeşçesine" köşesinde ve orada burada yazdığım yazılardan bazıları... sıralama dağınıktır... yetvart danzikyan
Cuma
Perşembe
Bu kara, kimin karası?
(agos, 16 mayıs 2014)
Bu yazı yazıldığında Soma'daki özel şirkete (Soma Holding) ait kömür ocağında yaşanan patlama sonucu ölenlerin sayısı 245 olarak açıklanmıştı. Ve ocakta kalan 100'ü aşkın kişinin dışarı çıkarılmaya çalışıldığı bilinmekte, umutlar da gitgide tükenmekteydi. Yani, tarihimizin en büyük maden faciası ile karşı karşıya olduğumuz artık ortaya çıkmıştı.
Evet söylenecek çok şey var. Yangın (daha doğrusu ne olduğu hala anlaşılamayan vaka) duyulduğu andan itibaren gözlerimizle gördük ki Hükümet alenen bilgiyi sakladı, gerçek rakamları telaffuz eden belediye başkanları bir süre sonra ortadan kayboldu, bu bilgiyi canlı yayında elde eden kanallar bir süre sonra yeniden "resmi rakamlar" hizasına çekildi. Bir anda "resmi rakam" fetişizmi yaratıldı, devlet, yani AKP bir kez daha bilgi dolaşımının, medyanın üzerine tüm gücüyle oturdu. Bilgiye yine sosyal medyadan, Twitter'dan ulaştık.
Öte yandan aynı saatlerde CHP'nin geçtiğimiz haftalarda tam da Soma'daki madenlerde meydana gelen kazalar için Meclis'te bir araştırma önergesi verdiği ortaya çıktı, üstelik bu önergenin AKP'li vekillerin oylarıyla reddedildiği görüldü. Hatta bir AKP milletvekilinin (Şamil Tayyar) "Muhalefet gündemi tıkamak için eften püften önergeler veriyor" dediği hatırlandı. Bu tavır Başbakan Erdoğan tarafından da paylaşıldı, patlama sonrası.
Facianın ilk dakikalarında yetkililer ve bakanlar ölenleri "şehit" olarak andı. Böylece bu cinayete bir mistifikasyon katıldı, muhtemelen ölenlerin yakınlarının ve bölgedeki insanların gönlünün okşanacağı düşündüler, şu katliama bile böyle küçük hesaplar karıştırıldı, en yüksek makamlardan.
Beri yandan bu şaşırtıcı da değil. Zira bu Hükümet bundan önceki kazalarda ölenler için "güzel öldüler" demiş, "ölmek bu işin fıtratında var" diye buyurmuştu, hatırlanacaktır. Bu bir kez daha yinelendi, Başbakan "bunlar olağan şeyler" havasında konuştu. Utandık.
Madenden sağ çıkabilen işçiler ise kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi düzgün bir denetim yapılmadığından, denetim öncesi Ankara'dan gelen bir telefonla üretimin yavaşlatıldığından bahsettiler.
Patlamadan 24 saat sonra bile madende kaç kişinin kaldığı tam olarak bilinmiyordu. Daha doğrusu Hükümet elindeki bu sayıyı paylaşmıyordu, bilginin şirketten geldiği gerekçesiyle. Bu gerekçenin mantıksızlığı bir yana "gerçek sayı acaba kayıt dışı işçi çalıştırıldığı için mi bilinemiyor" sorusu dolanıyordu ortada.
Bu arada hastane önünde işçi yakınları saatler boyunca bir bilgi kırıntısı için çaresizce beklemekte, kimseye ulaşamamaktaydı..
En mühim ve yanıtlanmamış soru ise şuydu: Yüzlerce işçi neden ölmüştü? Trafo patlaması mı yangın mı olduğu bilinmeyen vaka nasıl oluyor da bu kadar işçinin ölümüne sebep oluyordu? Madende trafoların yangın geçirmez maddelerle kaplı olması gerektiği bilinmekteyken.Ya da aşağıda ne olduğunu gerçekten bilen biri var mıydı ortalıkta?Patlamanın üzerinden 24 satten fazla bir vakit geçmişken bu sorunun cevabı bilmemekteydik..
Bu yazı yazıldığında Soma'daki özel şirkete (Soma Holding) ait kömür ocağında yaşanan patlama sonucu ölenlerin sayısı 245 olarak açıklanmıştı. Ve ocakta kalan 100'ü aşkın kişinin dışarı çıkarılmaya çalışıldığı bilinmekte, umutlar da gitgide tükenmekteydi. Yani, tarihimizin en büyük maden faciası ile karşı karşıya olduğumuz artık ortaya çıkmıştı.
Evet söylenecek çok şey var. Yangın (daha doğrusu ne olduğu hala anlaşılamayan vaka) duyulduğu andan itibaren gözlerimizle gördük ki Hükümet alenen bilgiyi sakladı, gerçek rakamları telaffuz eden belediye başkanları bir süre sonra ortadan kayboldu, bu bilgiyi canlı yayında elde eden kanallar bir süre sonra yeniden "resmi rakamlar" hizasına çekildi. Bir anda "resmi rakam" fetişizmi yaratıldı, devlet, yani AKP bir kez daha bilgi dolaşımının, medyanın üzerine tüm gücüyle oturdu. Bilgiye yine sosyal medyadan, Twitter'dan ulaştık.
Öte yandan aynı saatlerde CHP'nin geçtiğimiz haftalarda tam da Soma'daki madenlerde meydana gelen kazalar için Meclis'te bir araştırma önergesi verdiği ortaya çıktı, üstelik bu önergenin AKP'li vekillerin oylarıyla reddedildiği görüldü. Hatta bir AKP milletvekilinin (Şamil Tayyar) "Muhalefet gündemi tıkamak için eften püften önergeler veriyor" dediği hatırlandı. Bu tavır Başbakan Erdoğan tarafından da paylaşıldı, patlama sonrası.
Facianın ilk dakikalarında yetkililer ve bakanlar ölenleri "şehit" olarak andı. Böylece bu cinayete bir mistifikasyon katıldı, muhtemelen ölenlerin yakınlarının ve bölgedeki insanların gönlünün okşanacağı düşündüler, şu katliama bile böyle küçük hesaplar karıştırıldı, en yüksek makamlardan.
Beri yandan bu şaşırtıcı da değil. Zira bu Hükümet bundan önceki kazalarda ölenler için "güzel öldüler" demiş, "ölmek bu işin fıtratında var" diye buyurmuştu, hatırlanacaktır. Bu bir kez daha yinelendi, Başbakan "bunlar olağan şeyler" havasında konuştu. Utandık.
Madenden sağ çıkabilen işçiler ise kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi düzgün bir denetim yapılmadığından, denetim öncesi Ankara'dan gelen bir telefonla üretimin yavaşlatıldığından bahsettiler.
Patlamadan 24 saat sonra bile madende kaç kişinin kaldığı tam olarak bilinmiyordu. Daha doğrusu Hükümet elindeki bu sayıyı paylaşmıyordu, bilginin şirketten geldiği gerekçesiyle. Bu gerekçenin mantıksızlığı bir yana "gerçek sayı acaba kayıt dışı işçi çalıştırıldığı için mi bilinemiyor" sorusu dolanıyordu ortada.
Bu arada hastane önünde işçi yakınları saatler boyunca bir bilgi kırıntısı için çaresizce beklemekte, kimseye ulaşamamaktaydı..
En mühim ve yanıtlanmamış soru ise şuydu: Yüzlerce işçi neden ölmüştü? Trafo patlaması mı yangın mı olduğu bilinmeyen vaka nasıl oluyor da bu kadar işçinin ölümüne sebep oluyordu? Madende trafoların yangın geçirmez maddelerle kaplı olması gerektiği bilinmekteyken.Ya da aşağıda ne olduğunu gerçekten bilen biri var mıydı ortalıkta?Patlamanın üzerinden 24 satten fazla bir vakit geçmişken bu sorunun cevabı bilmemekteydik..
Erdoğan’ın 24 Nisan açılımı ve “ama”lar..
(agos, 24 nisan 2014)
23 Nisan Çarşamba günü internet sitelerine düşen açıklama
gerek Türkiye’de, gerek diaspora ve Ermenistan’da, gerekse dünya başkentlerinde
dikkatle okundu ve not edildi. Buna hiç şüphe yok. Ve elbette dünden beri en
çok merak edilenlerden biri diaspora’nın, Ermenistan’ın ve Türkiyeli
Ermenilerin ne dediği.
Kendi adıma konuşabilirim elbette. Şöyle başlayayım.
Açıkçası 2015’e doğru Türkiye’nin kimi diplomatik hamleler yapmasını
bekliyordum. Buna bazı açılımlar da dahil olabilirdi. Bu, gelebilecek
açılımların ilk hamlesi muhtemelen. Bunu bu kadar spektaküler olmayan kimi
hamleler de izleyebilir. Zira AKP hepimizin bildiği gibi pragmatist bir parti
ve resmi görüşün genel doğrultusundan ayrılmamak kaydıyla gerekli gördüğü
durumlarda bazı hamleler yapabiliyor ve zamanlamasını da iyi ayarlayarak bunu
devasa bir hamle gibi sunmayı iyi beceriyor.
Gelelim metne. Her şeyden önce, bir Başbakan’ın ilk kez
böyle bir açıklama yaptığını elbette not düşmek ve önemsemek gerekir. Cumhuriyet
tarihini düşündüğümüzde kritik bir dönemeçte, kritik bir adımdır. Keza dilenen
taziye de önemlidir. Bu taziyenin karşılıksız bırakılmaması gerekir. Ama..Evet epeyce
bir “ama”larımız var.
Birkaç önemli noktaya değinmeden olmaz. Ki bunlar 1915 ile
yüzleşme meselesinde önemli noktalardır, hatta meselenin temel dayanaklarıdır.
Öncelikle şu ifadeye bakalım
“Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu
her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915 olaylarının
Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu
haline getirilmesi de kabul edilemez.”
Burada kastedilen kesimin aslına bakılırsa bilhassa gerçek
bir yüzleşme için çabalayanlar olduğunu anlamak zor değil. Dolayısıyla bu ifade
bu konuda neyi söylemenin meşru olduğunu, neyi söyleminin meşru olmadığını hala
Türkiye’nin belirlemek istediğini ortaya koyan bir ifade oluyor. Şu cümlelere
de yakından bakmakta fayda var:
“Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği
I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran
hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık
kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel
olmamalıdır.”
Bence metnin en kritik bölümlerinden birisi burası. Dikkat
edileceği gibi mesele evet gayri insani olarak nitelenmekle birlikte olup
bitenin failinden ve nedenlerinden söz edilmiyor. Sanki kendi kendine olmuş,
kimsenin karar almadığı, kimsenin o kararları uygulamadığı bir vakadan söz
ediyoruz. Bu da bizi “sorumluluk” meselesine getiriyor. Denebilir ki Osmanlı
döneminde İttihat Terakki cemiyetinin işlediği bir cürümden Türkiye Cumhuriyeti
neden sorumlu olsun? Ancak şunu akılda tutmalıyız. Bu “sorumluluk” 99 yıl
boyunca inkar edildi. Dolayısıyla bu soykırımın failsiz, amaçsız, nedensiz ve
kendine kendine olmuş bir olay gibi sunulması, orta yerde nemli bir mesele
olarak duruyor. Yine metindeki “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını
kaybeden Ermeniler” ifadesi de bu bahsettiğim mantığın bir örneği. Yine
failsiz, sanki Ermeniler bir doğal afette ölmüşler gibi bir yaklaşımın olup
biteni anlamaya yardımcı olmayacağını söylemek gerek.
Metnin devamında gördüğümüz “ortak komisyonlar kurulsun”
ifadesi de doğrusunu isterseniz Türkiye’nin klasik pozisyonunu aslında terketmediği
anlamına geliyor. 1915’te olanlara hala “araştırılacak, doğrusu neyse
bulunacak” bir mesele olarak bakılması; malları gaspedilmiş, ülkesinden
sürülmüş ve 60 binlik sembolik bir azınlık haline düşürülmüş bir halkın
torunları için öyle devasa bir açılım değil. Bunu da akılda tutalım derim. Ve
yine bu metnin bir yüzleşme ya da en
önemlisi bir “özür” anlamına gelmediğini de bilelim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)