Perşembe

"Kışla" ve direniş..

(14 haziran 2013, agos)

Şu yazının yazıldığı gün itibariyle Gezi Parkı eylemleri iki haftayı geride bırakmıştı. Peşpeşe, birbirinin içine geçen çok “kırılma” anı yaşadık ama herhalde şu an itibariyle en önemlisi 11 Haziran Salı günü olanlar. Erdoğan’ın ve Hükümet’in, Gezi Parkı gösterilerini “ezerek” bastırmak istediği gün, yani.
Öncesinde şunlar olmuştu: (evet belki biliyorsunuz ama, kayda geçsin diye yazıyorum) Erdoğan pazar günü yine her zamanki sert konuşmalarından birini, pardon 4’ünü peşpeşe yapmış, göstericileri “Camide bira içenler” olarak tanımlamış “anladıkları dilden konuşuruz” demiş ve seçmenlerini eylemcilere karşı kışkırtmıştı. Ancak sonlara doğru “eylemcilerle görüşebilirim” gibi bir şey söyleyince umutlananlar olmuştu. Pazartesi günkü Bakanlar Kurulu sonrasında da sözcü Arınç Erdoğan’ın çarşamba günü göstericilerin temsilcileriyle görüşebileceğini söyleyince umutlananlar artar gibi oldu. Ancak Salı sabahı bildik manzaralar eşliğinde uyandık. Polis yine biber gazlarıyla meydana girdi. Vali’nin yaptığı açıklama Gezi Parkı’na “girilmeyeceği”, AKM’nin ve meydanın pankartlardan temizleneceği yönündeydi. Bu arada televizyoların gün boyu canlı yayınladığı bir ortam oluşturdu polis. Meydan görünürde  boşaltılmıştı ama, kimi küçük grupların cılız şiddet gösterilerini çok zorlanmadan yapabildiğini gördük. Belli ki  bu görüntülerle topluma “gösterici sandıklarınız tedhişçi” mesajı vermek isteniyordu. Gezi Parkı ahalisi ise meydanda olup bitenlere pek karışmıyor,  kendi işine bakıyordu. Aynı gün, öğle satlerinde Erdoğan yine sert ve gerçek bir diyaloğa kapalı bir konuşma yaptı. “Bana sert diyorlar, kusura bakmayın Erdoğan değişmez” dedi. Geldik akşam saatlerine. İş çıkışı, alan ve Gezi Parkı binlerce insanla doldu yine. İktidarın gösterileri tüm “kriminalize etme” çabalarına karşı, dolmuştu meydan. Üstelik gösterilerde bir ara  kente ve ülkeye yayılan  “Hükümet karşıtı” hava artık dağılmış, odak bir kez daha, yani en baştaki gibi Gezi Parkı’nın savunmaya dönmüştü. Gayet barışçı gösterilerden biri daha yapılırken küçük bir itişmeyi mazeret olarak kullanan polis yüzlerce gaz bombasıyla alana ve Gezi Parkı’na saldırdı. Yalan söyleyen, tuzak kuran bir devletin,  silahsız, kendi halindeki göstericiler üzerinde gücünü denemesine tanık olduk hepimiz. Oradaydık. Gördük. Benzersiz bir devlet terörü ve gaddarlıktı.  O çapta bir kalabalığın üzerine uyarı yapılmadan gaz yağdırılması bir izdihama ve can kaybına neden olmadıysa, topluluğun paniğe kapılmadan hareket etmesi sayesindedir. Tarihe geçmiştir. Ve yine bence en önemli kırılma anlarından biri de, işte o andır.
Öyledir çünkü böylece AKP’nin “devlet otoritesi”ni tesis etme takıntısı konusunda 12 Eylül darbecilerinden hiç de farkı olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu, bir rejimi uzun vadede zayıflatan bir takıntıdır.
Şöyle işler genelde: Bir yerlerde bazı gösteriler patlak verir. Bunlar gayet masumane ve barışçı gösterilerdir. Ancak “devlet otoritesi” ile cepheden yüzleşme  cesaretine de sahiptir bir yandan. Şiddet kullanmaz, bir merkezi yoktur, genelde çok detay gibi görünen bir meseledir aslında. Ancak devlet buna tahammül etmez, bir avuç göstericiyi acımasızca bastırır. Ve birden korku duvarı yıkılır. Daha fazla insan meydanlara çıkar, gösteriler başka kentlere yayılır, genişler, eylemi başlatanlarla aynı profilde olmayan başka gruplar da gösterilere katılır, dolayısıyla eylemleri tanımlamak bir aşamada zorlaşır. Ama iki şey hiç değişmez. Merkezsiz, bilinen manada örgütsüzdürler. Ama dirençlidirler ve iktidarı korkuturlar.

Bir iktidarı “otoriter” hale getiren, bu aşamadır. O kritik hamleyi burada yaparlar. Gösterileri sert biçimde ezmeye girişirler. Devlet gücünü yanlarına almışlardır. “”Otorite” algıları epey güçlüdür.  Ve bu otoriteyi tanımayanlar olması, daha doğrusu “olabilmesi”, onlar için anlaşılmazdır. Bu, yüzlerinden okunur. Bir babanın, artık yetişkin yaşa gelen oğlu istediği şeyi yapmadığında, istediği gibi yaşamadığında çileden çıkmasını, dişlerini sıkmasını ve tüm gücüyle oğlunun üzerine gidişini düşünün. Bahsettiğimiz iktidar da böyledir işte. Kendi otoritesine karşı çıkılmasını anlayamaz. O yüzden nizam ve intizamı sağlamak, “otorite”yi yeniden tesis etmek gerekir.
Bu aşamada bilinen tüm araçlar devreye sokulur. Göstericiler kriminalize edilir , devlet ve tüm medya organları bu resmi duruşa göre hizalanır, “şef” peşpeşe verdiği nutuklarla gerçek millet ile bu eylemcileri birbirlerinden ayırır. Bir yanda ülkesine sadık “gerçek” halk vardır. Bir yanda da dış güçlerin oyuncağı olan, rejimi devirmeye çalışan, “eski günleri getirmeye çalışan” gruplar,  bunlara inanan saf göstericiler ve bu ortamdan etkilenen yine saf vatandaşlar... Tabii durum böyle olduğu için dış basına inanmak da hatalıdır. Ya da tepkilerin arttığı Avrupa’ya, uluslararası örgütlere.. Çünkü onlar zaten bu komplonun içinde ya da arkasındadırlar.
Yani “gerçek”, artık iktidarın tekelindedir. Bu duyulduğu an bilin ki, artık dünyaya kapanmayı aklından geçiren bir ülkedesiniz.
Not: Gazete baskıya hazırlanırken akşam saatlerinde Başbakan Erdoğan’ın nasıl belirlendiği anlaşılamayan bir heyetle Gezi Parkı konusunda yaptığı görüşmenin detayları ortaya çıktı. Bu detaylara göre Erdoğan Taksim meydanı yayalaştırma projesi ve AKM’nin yıkılmasını değil ama Gezi Parkı konusunu referanduma götürmenin düşünülebileceğini söylemiş. Anlaşılan AKP’nin meşhur pragmatizmi ve global kapitalist dünyadan kopamayacağı gerçeği yine devreye girdi ve az önce yazıyı bitirirken tarif ettiğim tablodan sıyrılmak için böyle bir yol bulundu. İki büyük soru işaretimiz var: 1) Yargının yürütmeyi durdurma kararı verdiği bir proje nasıl referanduma götürülür? Üstelik soru “ağaçları söküp yerine işlevinin ne olacağını kimsenin bilmediği bir kışla binası yapalım mı?” ise..2) Bütün bu gösteriler boyunca 4 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, binlerce kişi biber gazına maruz kaldı. Madem referanduma gidilebiliyordu, bu insanlar niye öldü, niye yaralandı, o hesapsız şiddet niye sergilendi? İktidarın buna bir cevabı olmayacak mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder