Salı

“Ağaçsöken”

(31 mayıs 2013, agos)

Birçok Osmanlı padişahı isminin yanısıra lakabıyla da anılır. Kanuni vardır, Yıldırım vardır, Yavuz vardır, Fatih vardır, Genç vardır. Bu kadar yaygın olarak bilinmese de Sofu vardır, Avcı vardır, Sarı (ya da sarhoş) vardır. Yaygın alarak benimsenmese de Kızıl Sultan vardır keza. Erdoğan’a padişah demek içimden gelmez ama son aylardaki performansı da hiç parlak değil doğrusunu isterseniz. E 10 yıllık rekoru da devirdi, önü de açık. İster istemez şöyle düşündüm. Erdoğan  padişah olmasa da Türkiye tarihine damga vuracak birisi, orası kesin. Acaba tarihe nasıl geçer?
Hafta içi iki kritik gelişme yaşandı, doğaya saygılı, doğayla uyum içinde yaşamayı tercih edenler açısından. Önce Taksim’e “Kışla şeklinde AVM” projesi için harekete geçildi ve Gezi Parkı’ndaki ağaçlar sökülmek istendi. Neyse ki milletvekilleri ve kentliler parklarına sahip çıktılar ve kendilerini dozerlere siper ederek bu girişimi en azından bir süreliğine durdurdular. İktidarın ise kararlı olduğu ortada. Gerekçeleri hazır: Tarihi bir yapıyı yeniden canlandırıyoruz. Erdoğan’ın sözleriyle: “Eğer tarihe saygınız varsa önce o Gezi Parkı denilen yerin tarihi nedir, onu araştır bak. Biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz” Tarihi yapıdan kastın ne olduğunu hepimizi biliyoruz. Kaldı ki, o kışlanın ve devamındaki binaların eski bir Ermeni mezarlığı üzerine kurulduğunu da herhalde hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla asıl Erdoğan, tarihe saygısı varsa dönüp bir araştırsa, baksa iyi olur.
İkinci gelişme ise İstanbul’a nefes veren ormanlık kuzey hattını önemli ölçüde tahrip edeceği tahmin edilen 3. Köprü’nün temel atma töreniydi. Bu törene  iktidar tam kadro katıldı ve köprüye de Yavuz Sultan Selim adı verildi.  Yine kuzey ormanlarını ve göletlerini büyük ölçüde tahrip etmesi beklenen 3. Havalimanı’na ne isim verileceği ise meçhul. Fakat bu örnekler herhalde bize bir şey söylüyor.
Aslında bilmediğimiz bir şey söylemiyor. Aylardır yıllardır benim ve birçok kişinin yazdığı, dikkat çektiği durumu söylüyor. Muhafazakar bir kisveye büründürüp; ne kadar doğayı, insanın kentle ve doğayla uyumunu tahrip edecek, kar hırsıyla dolu proje varsa uygulayan bir zihniyeti işaret ediyor. Arazi değerlemesi/rant oluşturma/rantı dağıtma sistemine dayanan kapitalist bir kadronun bu sistemi sürdürebilmek için doğal dokuyu tahrip etmekten bir an bile çekinmeyeceğini söylüyor. Bunu yaparken, kolaylıkla görüldüğü gibi muhafazakar dünyanın değerlerini/sembollerini de kullanmaktan çekinmiyor, hatta bilhassa kullanıyor böylece bir “millet” denkliği kurduğunu düşünüyor. Bu görüşe göre böyle projeler kalkınma için faydalıdır ve bunları zaten “millet” talep etmekte,  beklemektedir. Dolayısıyla bu projeler “millet”e hizmettir.
Öncelikle şunu hatırda tutmak lazım. Her türlü “imar” atılımı, içinde yeni bir rant dağıtımı barındırmakla kalmaz. Bunun bir de ideolojik yönü vardır ve kent hayatının ana eksenini/ritmini de değiştirir.
Mesela 1. Köprü nasıl ki yerleşim ve iş merkezlerini Levent/Etiler hattına taşımış ve oradaki yapıyı tahrip etmişse, 2. Köprü de yerleşim ve iş merkezlerini Maslak ve daha kuzeyine  taşımış, oradaki doğal yapıyı tahrip etmiş, kent yerleşiminin aksını değiştirmiştir. (Bu konuda daha detaylı  bir makale için bkz: “3. Köprü gerekli mi?, Vedat Atasoy, Radikal, 11.03.2012) Keza bu köprüler yerleşim ve iş merkezleri sadece kuzeye taşımakla kalmaz, o çevreyolunun geçtiği tüm bölgeleri de etkiler ve doğal hayat içinde yeni yerleşim merkezleri büyümeye başlar. (2. Köprü’nün ardından Ümraniye’nin Şile ormanının içine doğru genişlemesini düşünün)

Bütün bunların da ötesinde bu tip hamleler, kentle olabildiğince uyum içinde yaşamaya çalışan bireyin hayatını da tahrip eder, onu uzak iş merkezlerine gidip gelmeye, günün büyük bölümünü otobanlarda, yollarda geçirmeye velhasıl insan doğasına aykırı, onu kent içinde küçülten, yalnızlaştıran, silikleştiren bir hayat sürmeye zorlar. Gitgide daha fazla insan evinden uzak işlerde, insanlığa aykırı plazalarda çalışmaya başlar, daha fazla insan işe yetişmek ve eve yetişmek dışında başka bir şey düşünmemeye başlar. İnsan gitgide sönümlenmektedir. Bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz gibi,  milyonlarca insan renksiz yüz ifadeleriyle ölüler gibi gidip gelmektedir şehir içinde. Bilhassa sağ iktidarlar, bunu sever. İşe gidip gelmekten başka derdi olmayan, dolayısıyla bütün önceliği bu alanda yapılacak projeler olan, sabah ve akşam yol boyunca böyle projeler düşünen insanlardan oluşan bir seçmen tabanını hangi “kalkınmacı” iktidar sevmez ki?
Dolayısıyla Taksim’de Gezi Parkı’nda direnenler aslında bu hayata karşı da direniyorlar. Şehirde çoktan ölmüş insanlar haline gelmemek için direniyorlar. Çoğu, balkonlarındaki saksıya ektikleri küçücük bir tomurcuk çiçek açtığında sevinen, o küçük rengarenk yaprakların üzerine titreyen, her gün onlarla konuşan insanlar. O ağaçlar yaşayacaksa böyle insanların inadıyla yaşayacak.
İktidar diyor ki o ağaçlar başka yere taşınacak. Bir ağacı yerinden sökmek, bir sürecin başlangıcıdır. Her şeyden önce  ağacın söküldüğü yeri çoraklaştırırsınız. O ağaç oradaysa orada olması gerektiği için oradadır ve o ağaç oradaki insanlara bir şey ifade ediyordur. O ağaç oraya gölge veriyor, oranın havasını temizliyor, oranın ekolojsini  dengeliyordur. Onu sökmekle, o bölgeyi betondan bir çöl haline getiriyorsunuz, güneş ışınlarını etrafa yansıtan, etrafını kavuran dev bir ayna  inşa ediyorsunuz. Bu başlıbaşına öldürücü bir darbedir. Bu kadarı yetmez mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder