Cuma

Neo-İslamcılık: sistemin hem içinde, hem dışında..

(agos, 30 ağustos 2013)

Güçlü İslami referansları olan siyasi bir akımın modern toplumlarda siyasi bir aktör olabileceğini, hatta yine bu modern toplumlarda iktidar/iktidar alternatifi olabileceğini savunmaya eğer İslamcılık diyebiliyorsak, ki herhalde diyebiliriz, AKP’nin öncüsü olduğu, global kapitalizm/neo liberalizm ile içiçe, yakın temas halinde yürütülecek bir siyasi projeye de Neo-İslamcılık diyebilir miyiz? Bilemiyorum konunun uzmanları belki de bu tarife itiraz edeceklerdir ama isterseniz gelin bu yazıda kolaylık olsun diye AKP’nin temsil ettiği, yürüttüğü projeye Neo-İslamcılık diyelim.
Nedir Neo-İslamcılık, ya da ne olabilir? Temel duruşu bence şu:  bugüne kadarki İslamcı akımların aksine asgari bir demokratik sistemle birlikte “azami” biçimde Batı kapitalizmi ile içiçe olmak. Denecektir ki Katar, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri vs, kapitalizm ile içiçe değiller mi? Evet öyleler ancak bu ülkelerde bir serbest piyasa ekonomisinden ve demokratik kurumlardan söz etmek zordur, sonuçta monarşilerden bahsediyoruz. Ve elbette Türkiye’yi benzersiz, biricik yapan, geçtiğimiz yıllara kadar bir “hikaye”si olması idi. Yani asgari demokratik değerlere sadık kalarak, parlamenter bir sistemde iktidar olma, iktidar olduktan sonra demokrasiyi askıya almama ve darbe yanlısı güçleri geriletme hikayesi idi bu. Bunun yanısıra Batı kapitalizmi ile de içiçe olmaktaydı.
Bunu da biraz açmak lazım elbette. İçiçe olmaktan kasıt şudur: ülkeyi yabancı sermaye ve sıcak paraya açmak, sıcak paranın önüne engel koymamak, içte de sınırsız bir serbest piyasadan yana olmak ve en önemlisi Wall Street, Londra gibi finans merkezleri ile aynı frekansta olmak, iyi geçinmek, aynı dilden konuşmak, bilhassa para piyasalarında benzer enstrümanlar kullanmak. Bu, hatırlanacağı gibi AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketinin ısrarla dışında  hatta karşısında durduğu bir dünya idi. Bilemiyorum, tasfiyesini de hızlandıran bu oldu denebilir mi? Ya da AKP bunu gördüğü için Milli Görüş’ten koptu denebilir mi? Bence denebilir. Zira 28 Şubat sonrasında AKP’yi kuran ekibin belki de ilk (ya da ikinci) farkettiği, Türkiye’de bir darbe ya da müdahaleye maruz kalmamak için Batı’daki finans çevreleri ile iyi geçinmek ve AB ülkelerinde temsilini bulan demokratik prensiplere, özetle AB’ye yaklaşmak gereğiydi. Bunu yaptılar da. Hatta bunun için –o vakitler kulislere yansıyan bilgilere bakılırsa- AKP’deki alt kadroları da ikna etmeleri gerekti. Ve –yine büyük ihtimalle- 2004 ve devamındaki darbe girişimlerinden kurtulmalarında, TSK’daki komuta kademesinin ters görüşte olması ve uluslararası dengelerin bir darbeye izin vermemesi kadar, bu bahsettiğimiz “Batı ile yakınlık”da rol oynamıştı.
Buraya kadar tamam. Ancak şu da var. İslamcılık esas itibariyle –neredeyse- tüm gücünü ve enerjisini Batı tarafından itilmekten, iktidara layık görülmemekten, Batı tarafından adam yerine konmamaktan ve gün gelip Batı’dan siyasi, ekonomik ve entelektüel bir rövanş almaktan devşiren bir akım.. Daha doğrusu tüm enerjisini ve belki de fikriyatını sistem tarafından dışlanmak, sistemin dışına itilmek argümanından alan ve bu konudaki vakaları (ki hiç de az değildir) genelleştirmek ve teorileştirmek için özel bir çaba harcayan, çabasının çoğunu buna vakfeden bir akım. Dolayısıyla herhangi bir İslamcı akımın ABD, Batı ve buralardan yönetilen finans çevreleri ile bir meselesi olmaması kaçınılmazdır. Çünkü denklem bunun üzerine kuruludur, bu zemin alttan çekildiği anda, fikriyat da –neredeyse- çöker.
Türkiye ve AKP’nin içinde bulunduğu tabloyu bu denklem ışığında değerlendirebiliriz dolayısıyla.

Perşembe

Mısır'dan Gezi'ye uzatılan yol

(agos, 23 ağustos 2013)

Mısır’da Mursi - Müslüman Kardeşler yönetimini protesto için Tahrir Meydanı’nda yeniden miting düzenlenmesi ve Mısır ordusunun bu durumu fırsat bilip darbe yapmasından beri, gerek iktidarda, gerek AKP’yi bir karambole getirip devirme hayalleri kuran çevrelerde Mısır-Gezi bağlantısı kuruluyor, konu zevkle, çoğu durumda ikrah ettirici bir mantıkla didikleniyor, sayılan kesimler bu bağlantıdan kendilerine bir pay kapmaya çalışıyor, bilhassa Mısır’daki cesetlerin üzerinde tepiniliyor. İktidara yakın kimi kalemler bu meseleden muaf değil.
Bu fasıl üzerinde detaylı durmaya lüzum görmüyorum. Zira “Bakın, burada da darbe yapacaklardı” diyen bir kısım çevreye gün doğmuştur, beri yandan ulusalcı-faşist Aydınlık çevresi de, artık hangi hesapla bilinmez, bu algıyı diri tutmaya çalışmaktadır; dolayısıyla alan memnun, satan memnun, bu tuhaf ilişkinin içine girmeye gerek yok. Ve, hâlâ ve hâlâ Gezi’de olan biteni tarif etmeye çalışmak, orada şekillenen toplumsal dinamiğe bir ‘dinamik’ olarak nasıl bakmak gerektiğini anlatmaya çalışmak artık usandırıcı. Ve şu var: Bir yandan da usul usul bir tarih yazıldığına tanık oluyoruz. Hep deriz ya, tarihi galipler yazar diye, işte gözümüzün önünde Gezi direnişini dış/iç bağlantılı bir darbe girişimi olarak kayda geçirme çalışmaları pervasızca, rahatlıkla ve sebatla ilerliyor. Bunda, Nasyonal Sosyalistlerin bir fikri milyonlarca kez tekrarlayarak gerçekmiş gibi algılatma tekniği de belli ki işe yarıyor.* Yarar, çünkü medya ve müesses nizam galiplerin yanında ve emrindedir. En önemlisi, bir propagandayı milyonlarca kez, obsesifçe tekrar etme azmi galiplerde vardır. Direnişçiler ya da muhalifler, özetle mağluplar, karamsarlığa, bıkkınlığa hep daha yakındır, mütemayildir. Gezi’ye özgü bir durum değil bu, dünyanın her yerinde, hep böyle olmuştur.
Bu denklem içinde geçen hafta bazı köşe yazarlarınca bir fikir geliştirildi ve devreye sokuldu. Gezi ruhu, Mısır için de ayağa kalkabilirdi, kalkmalıydı. (Gezi’ye düşmanca bakanların da bu öneriyi dile getirdiğini biliyorum, konumuz onlar değil) Makul bir öneri bu. Dile getirenlerin de iyi niyetli olduğu düşünülebilir. Böylece hem Gezi, üzerindeki suçlamalardan arınmış olacak (ki bu öneri yerine getirilse bile bunu mümkün görmüyorum; öyle olduğundan değil elbette, iktidarın bu ‘darbe’ argümanına ihtiyacı olduğundan), hem de Mısır’daki darbe ve katliam hakkında, Türkiye’den daha güçlü bir ses çıkacak.
Kâğıt üstünde her şey güzel ama burada bence birkaç pürüz var. Öncelikle, ‘Gezi ruhu’ denen (ki ben olsam buna ‘ruh’ demezdim, basitçe ‘direniş’ demek daha doğru, zira orada olup bitenin tek ve benzersiz bir ‘ruh’la açıklanacağını düşünmüyorum) bir itirazdı. Bir direnişti. İçinde herkes bir şey buldu, o kısmına tekrar girmiyorum ama hikâyeye baktığımızda bunun sistem/statüko karşıtı bir itiraz, sesi müesses nizamca boğulanların, yok sayılanların ses çıkarma, konuşma kalkışması olduğunu görürüz. Özetle, Gezi’dekiler söylenmeyeni, söylenemeyeni söylemekteydiler. Siyaset esnafıyla, medyasıyla, yargısıyla, polisiyle boğulan, bastırılan, kıstırılanın kamusal alana çıkışı ve konuşmasıydı olup biten. Klasik sol-sosyalist örgütlerin bile bir kenara çekildiği, sahneyi herkesin bir ad bulmaya çalıştığı o dinamiğe bıraktığı bir dönemden söz ediyoruz. Bu yönüyle sistem-dışıdır, müesses nizam dışıdır. Ve hiç de öneriyle, taleple sokağa çıkacakmış gibi de görünmüyor.

Bir zihniyet olarak Ergenekon

(agos, 16 ağustos 2013)

Geçen hafta açıklanan, Ergenekon davası ile ilgili hükümler haklı olarak hâlâ tartışılıyor. Gayet normal, çünkü bu dava için oluşan beklenti yüksekti. Derin devletin en azından bir kısmı gün yüzüne çıkacak, devlet karanlık odaklardan temizlenecekti. Bu beklentilerin tam olarak karşılanmadığını ve mahkemenin bir dizi çelişkili karar ve cezaya imza attığını görüyoruz. Daha detaylı tabloyu belli ki gerekçeli kararla birlikte göreceğiz. Beri yandan şu da ortada: Bu, AKP’ye yönelik kalkışmalarla ilgili bir davaydı ve AKP açısından belli ki tam da hedeflendiği, tasarlandığı şekilde sonuçlandı. Bu bir siyasi hesaplaşmaydı, o çerçevede başladı, o çerçevede bitti. AKP’nin faili meçhuller ya da derin devleti bitirmek gibi ‘asli’ bir derdi baştan beri yoktu. Ağa takılanlar yargılandı, o kadar. Bu çerçevede AKP’yi eleştirmek meşru ve gerekli, ama sonuçta karşımızda klasik AKP pragmatizmi var.
Davanın geneli hakkındaki notlarla devam edersek... İkinci iddianameyi okuduktan sonra kafamda oluşan görüşleri ve bakış açımı hâlâ koruyorum. Dört yıl önce Birikim dergisinde yayımlanan yazımda şöyle demiştim:
“[B]elki bir emir komuta mantığı var ama bütün bu faaliyetler, yani faili meçhul cinayetler, Danıştay ve Cumhuriyet saldırıları, AKP’ye kapatma davası açılması, cumhuriyet mitingleri düzenlenmesi, ordu göreve pankartları açılması, üniversitelerde birtakım faaliyetler yürütülmesi vs. göz önüne alındığında, aslında bir değil birçok örgütten bahsetmek de mümkün. Manzara ne kadar tek bir örgütü gösteriyorsa, aynı derecede birbirine paralel birçok örgütü de gösteriyor. Bu bir parça, bu soruşturmayla ilgili ‘birbiriyle alakasız isimler gözaltına alınıyor’ eleştirisinin de karşılığı aslında. Zira 2. iddianame okunduğunda ortaya çıkan manzara şu: Darbe yapmaya (...), Türkiye’nin gidişatını değiştirmeye (...), beğenmediği bir kurumu ya da hareketi zorla ya da tehditle değiştirmeye çalışan birçok örgüt ya da hareket var. (...) Birbiriyle çoğu yerde kesişen, birleşip bir süre beraber akan, daha sonra bir vesileyle ayrılıp yine ayrı kanallarda akan, kimi zaman çarpışıp geri püsküren, kimi zaman ise usul usul randevulaşmış gibi bir köşede yeniden buluşup çoğalarak, artarak akıveren su arklarından bahsedebiliriz. Sanık durumundakilerin, çoğu zaman birbiriyle ilgisiz olmasını ama çoğu yerde de aynı yerde buluşabiliyor olmasını ve iddianameler okunduğunda da görüldüğü gibi çoğu zaman da birbirlerinin kuyusunu kazmalarını böyle de açıklamak mümkün. Kendini devletin (ya da cumhuriyetin) sahibi gören/zanneden her kesim, iktidarını kaybettiğini gördüğü için, faaliyette. Dolayısıyla soruşturmanın ‘tek ve her şeye kadir büyük ve gizli bir örgütü deşifre etmek’ kadar, hatta bundan daha da fazla, bu çok sayıda, irili ufaklı karanlık örgütü de kendi dinamikleri içinde aydınlatması hayati önem taşımakta.” (‘Ergenekon’da Yeni Aşama: Kırılma Noktası mı?’, sayı 241, Mayıs 2009)
Bu yapılmadı ve maalesef önemli bir fırsat iyi değerlendirilmedi. Ama üzerinde asıl durmak istediğim şu: Ergenekon aslında bir örgütten çok, bir zihniyet. Kendini cumhuriyetin/devletin sahibi gibi gören ve en önemlisi, bu sahiplikten kaynaklanan, kerameti kendinden menkul bir meşruiyetle hükümetleri, insanları, partileri, ülkenin bileşen gruplarını ‘gayrimeşru’ görebilen bir zihniyet. Bütün bu harekete ve zihniyete enerjisini/pervasızlığını veren, kendilerini bu derece haklı görmelerini sağlayan, bu.
Bu zihniyet, bir nevi zehirdir. ‘Milletin bekası’ için kendini her şeyi yapmaya muktedir ve ‘yetkili’ gören bir zihniyettir. Yeri geldiğinde perde arkasından katliam örgütler, yeri geldiğinde suikast, yeri geldiğinde darbe yapar, yeri geldiğinde hükümet düşürür, insanları hapse atar. Meselemiz şu: Bunları bir örgüt olarak, örgüt olduğu için ve devletten habersiz yapmaz. Bunları bir ‘refleks’ olarak yapar. Genlerinden, kodlarından gelen bir reflekstir bu. Sadece yoldan fazla çıkanlar deşifre edilir ve devre dışı kalırlar. Ama zihniyet devam eder.
Dolayısıyla, aslında başı sonu belli, lideri olan, bir emir komuta zinciri içinde hareket eden bir örgütten bahsedemeyişimizin sebebi budur. Böyle bir yargılama metoduyla tatmin edici bir sonuca varılamayışının sebebi de budur. AKP, devleti yargılayamazdı. Kendine karşı hamle yapanları, %50 oyun verdiği bir destek ve kararlılıkla yargıladı, hükmünü verdi, o kadar.
Ana meselemiz şu: Bu zihniyet maalesef yargılanmadı. Asıl olarak bu zihniyetin yargılanması ve mahkûm edilmesi gerekiyordu. Bunda elbette toplumun ve siyaset yapanların bir kesiminin gösterdiği direnç de etkili oldu, bu bir gerçek. Ama şu da gerçek: AKP’nin elinde hiçbir partiye nasip olmayacak bir destek ve imkân vardı. “Yaptırmadılar” mazeretinin arkasına sığınmak bence gerçekçi değil.

Taksim Meydanı'nda iftar

(agos, 2 ağustos 2013)

Biraz netameli bir konuya gireceğim galiba. Ne zamandır bu sorular aklımda ama yazıya dökmek için biraz beklemek gerekti. Son olarak geçen Salı akşamı Taksim Meydanı’nda cereyan eden, Valili, Belediye Başkan’lı, işadamlı iftarın görüntülerini televizyonlarda izleyince aklıma takılan bazı soruları sorma ihtiyacı hissetim.
Öncelikle olayın kendisi, ya da gelişimi, zaten üzerinde düşünmeye değer. Beyoğlu Belediyesi’nin Taksim Meydanı’nda ya da herhangi bir büyük meydanda iftar düzenleme gibi bir geleneği yoktu. Gezi Direnişi’nin sönümlenmeye başlamasıyla Ramazan ayının başlangıcı aynı günlere denk gelince, Belediye tarafından meydanda iftar düzenleme ‘uygulaması’ çıktı. Belediye, daha doğrusu belli ki AKP, neden böyle bir şeye ihtiyaç duymuştu? Aklımıza gelen ilk yanıt, elbette, meydanı kaptırmamak olabilir. Ama ben biraz şöyle düşünüyorum: AKP, hazırlattığı proje ile Taksim Meydanı’nı, ‘yayalaştırma’ adı altında bir anlamda insandan arındırmak, daha steril hale getirmek istiyordu. Bu sadece benim görüşüm değil (ki bu konuda erken bir tarihte yazanlardan biriyim; bkz. ‘Muhafazakâr Kapitalizmin Taksim Hamlesi’, Agos, 23 Kasım 2012). Bilhassa 1 Mayıs sonrasında çok sayıda insan bu görüşü paylaşıyordu. Evet, ama Gezi Direnişi bütün o maceranın ardından, birçok şeyin yanı sıra şunu da sağladı: Meydanı yeniden insanileştirmek, hayata katmak, onu insanla, kentle birlikte düşünmek, birbirinden ayırmamak, meydanı kendi iradesiyle yaşar, yaşanır bir hale getirmek.
Direniş bence meydanın bütün o insani ve en önemlisi ‘kamusal’ halini, aslında böyle olabileceğini, böyle olması gerektiğini, doğrusunun böyle olduğunu AKP’ye gösterdi. Otoritenin yaptığı, esasen bu kopyayı hemen kapmaktır. Ancak bence bu kadar basit değil. Bu kopyayı almakla kalmadı; aklında hâlâ, meydanı o hale getirenlerin elinden tamamen almak var. Çünkü hesaplaşma bitmiş değil. Muhafazakâr sağ, daha doğrusu kapitalizm, nasıl ki yaşayan, soluk alan her şeyin kopyaları yaratır ve aslını yok eder, böyle ilerler, AKP’nin de yaptığı bir anlamda bu oldu.

Türkiye'nin 'Rojava' sorunu

(agos, 26 temuzz 2013)

Yaygın görüşe ben de katılacağım: Bir filmi yeniden izler gibiyiz. Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güneyinden bahsediyorum. Fakat tabii, bu yön bildirmeler de mana ve ‘merkezcilik’ içerir. O vakit şöyle diyelim: Batı Kürdistan’dan, Rojava’dan bahsediyorum. (Şu tarif bile bölgede neyi nasıl gördüğümüzü ele veriyor aslında,)
Yaklaşık bir yıldır iniş ve çıkışlarla Türkiye’nin gündeminde bu mesele. Geçen yıl bu zamanlar bölgedeki Kürt güçler bir tür özerklik elde ettiklerinde, yeni ‘merkez’ yani AKP ve eski merkez (malum çevreler), birlikte kaygılanmışlardı. AKP’nin öncelikli kaygısı, hesap dışı bir gelişme yaşanmasından kaynaklanıyordu. Hükümetin desteklediği, hatta silah ve lojistik yardım yaptığı Sünni güçler (ki bazıları El Kaide’ye yakındır), düşünüldüğü gibi sağlam bir tampon bölge oluşturamamış, kritik bölgelerde Kürtler etkin olmuştu. Buna, bölgedeki en faal Kürt grubun PKK ile yakınlığı da eklenince, eski ‘hassasiyetler’ su yüzüne çıkmış ve özetle, Ankara, son yıllarda sık sık duyduğumuz gibi, bölgedeki gelişmelerden ‘rahatsızlık’ duyduğunu bildirmişti.
Bir yıl sonra, olup bitenler tekrarlandı. PYD’nin başrolde olduğu Kürt güçler, El Kaide’ye yakın savaşçılarla girdikleri mücadele sonunda önemli bölgelerde (yani, yaşadıkları bölgelerde) kontrolü ele aldılar, özerkliklerini ilan edecek noktaya geldiler, fakat bunun geçici bir durum olduğunun altını çizmekten de geri durmadılar. Suriye’nin nihai statüsü belirlenene dek geçici bir pozisyon aldıklarını söylediler, ısrarla. Şu gün itibariyle, hâlâ Kürt grupların mücadelesi sürmekte.
Mevcut durumda bu gelişmeler de yine Ankara’yı telaşlandırmış görünüyor. Ayrıca, yine eski merkez de telaşlanmıştır. Acaba PKK Türkiye’nin güney sınırını da saracak mıdır? Barzani yönetimi ve PKK’nın Güneydoğu’daki etkinliği de hesaba katıldığında, bazı Kürt siyasetçilerin dediği gibi, Türkiye üç tarafı Kürtlerle çevrili hale mi gelecektir? Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’nin merkezini telaşlandıran ve yıllar önce Kuzey Irak’ta olup bitenler karşısında takındığı pozisyonu tekrarlamaya iten, bu kaygıdır.
Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’deki tüm ‘merkez’lerin bu pozisyonu alması, aynı filmi izliyormuşuz hissi yaratsa da, aynı ırmakta iki kere yıkanılmıyor. Bu sefer gelişmelere daha soğukkanlı, ve ‘Türkmerkezli’ olmayan şekilde bakanlar az değil ve eskisi gibi sesleri de cılız değil. Zaten bana sorarsanız, en büyük meselemiz Türkiye’de çok sayıda gazeteci ve akademisyenin gelişmelere Türkmerkezli bakması; daha doğrusu, tavrını, böyle davranan ‘merkez’e göre belirlemesi.
Denecektir ki “Bundan daha normal ne var? Türkiye’de yaşıyoruz. Gazetecilerin meseleye Türk daha doğrusu Türkiyemerkezli bakması neden problem olsun?” İlk bakışta haklı bir itiraz gibi görünse de, mesele tam olarak böyle değil. Çünkü Türk (daha doğrusu, resmi görüş) merkezlilik ile Türkiyemerkezlilik çoğu zaman aynı pozisyona denk düşmüyor. Bunda, AKP’nin de kana kana içtiği klasik resmi görüş pınarının şekillendirici bir rolü var. En büyük mesele, ‘Türk’ (ya da resmi görüş) ile ‘Türkiye’yi aynı sanmaktan kaynaklanıyor.