Çarşamba

Biraz kazıyınca, alttan “ulusalcılık” çıktı...

(21 haziran 2013, agos)

Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcından bu yana Başbakan Erdoğan ve AKP’nin konuya –olayı hiç anlamayan- bir şekilde yaklaştığını artık hepimiz anlamış olmalıyız. Son günlerde bu anlamama halinin artık bir bastırma halini aldığını ve her otoriter rejiimin bu tür eylemlerde yaptığı gibi, denklemden kendi iktidarını pekiştirecek adımlar atmak için faydalandığını da. Doğrusu “otoriter” vasfını kazanmış rejimlerin sicili böyledir. Artık boğulmaya başlayan kesimler sokağa çıkmaya başlarlar. Başlarda bu eylemler siyasi hedefsiz, örgütsüz, merkezsiz olur.  Rejim bu eylemleri kolaylıkla bastıracağını düşünür. Fiziken bastırdığı ancak zihnen bastıramadığı durumlarda ise eylemcileri kriminalize etme yoluna gider. Bu,  iki türlü işine yarayacaktır. Hem eylemlerin toplum gözünde meşruluğunu yitirmesini hedefler. Hem de bu yolla toplum üzerindeki  baskı aygıtlarını/imkanlarını artırmayı. Bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya karar verir yani. Dolayısıyla Erdoğan’ın “polisin müdahale gücünü artıracağız” açıklamalarını ve sosyal medyaya gelmesi düşünülen yeni düzenlemeleri bu çerçevede de okuyabiliriz. Yeni ve daha zor bir döneme girdiğimiz ortada. Yine de uzun vadede asıl dikkat edilmesi gereken dinamik bence şudur: böyle dönemlerde  o  eylemler belki fiziken bastırılabilir ama vazo da çatlamıştır bir kere. Kapatmak mümkün değildir.
Beri yandan da tüm bu sürecin AKP ve çevresinin akıl yürütme yöntemlerini görmek açısından hayli öğretici olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip eylemlilik halleri böyledir zaten. Birçok otoriter kurum ve yapıyı ya hataya ya da gerçek yüzlerini göstermeye zorlar. Burada  da aynen bunu gördük. AKP bu eylemleri bir komplo, kendisine karşı kurulmuş bir “tuzak” olarak ilan edince, AKP basını ve çevresi de bu komplo/tuzak teorilerini çeşitlendirmekle, güçlendirmekle mükellef saydı kendini. Muhtemelen hem  Erdoğan’ın gözüne girmeye çalışmakta, hem de mazallah gerçekten de AKP iktidarını tehdit eden bir durum varsa önlem almaktaydılar. Zecri tedbirleri Hükümet zaten almaktaydı. Onlara da işin propagandasını yapmak, tabanı oyalamak düştü.
Tüm bu dönemde bilhassa AKP medyasının performansı dikkate değerdi. Medya derken sadece gazete başlıklarından bahsetmiyorum. Televizyonlara çıkan AKP savunucusu gazeteci ya da akademisyenleri de “AKP medyası” olarak düşünebiliriz. Ama yine de  bu süreçte Yeni Şafak ve Star gazeteleri ile AKP ile organik bağı olan televizyon kanallarını ve kanalların yöneticilerin ayrı bir yere koymak gerek.
Çok kabaca özetleyecek olursam bu çevrelere göre Gezi  Parkı eylemlerin arkasında elbette ki dış güçler vardı. Ve bu dış güçleri detaylandırmakta ısrarlıydılar. İşin içinde Soros mu yoktu, İran mı yoktu,  Sırbistan merkezli bir örgüt mü yoktu, CIA mi yoktu, Ergenekon-Silivri mi yoktu, ABD olmasa olur muydu, onlar zaten vardı, Amerikalı eski Neo-Con’lar mı yoktu, Avrupa mı yoktu, bazı Alevi örgütleri mi yoktu, Türkiye’nin bölgesinde bir güç olmasını istemeyenler mi yoktu, darbeciler mi yoktu,  ülkeyi 27 Mayıs ortamına götüren zihniyet mi yoktu., 28 Şubatçılar mı yoktu, CHP  zaten listenin en başındaydı, efendime söyleyeyim dış basın mı yoktu, hele CNN, BBC, Reuters..En başta onlar geliyordu. Bitmedi: faiz lobisi mi yoktu, bankacılar mı yoktu, bazı işadamları mı yoktu, bazı tiyatrocular, sanatçılar mı yoktu. İsrail olmasa olur mu? Evet tabii ki İsrail mi yoktu..Efendime söyleyeyim, Houston merkezli bir örgüt mü yoktu, bunlar Zello programıyla İP, CHP ve sol örgütlerden 200 bin kişiye mesaj mı göndermiyorlardı. Bitmedi . Seferberlik Tetkik Kurulu’na bağlı Beyaz Kuvvetler mi yoktu, (sonradan Erasmus öğrencisi olduğu ortaya çıkan) yabancı ajanlar mı yoktu..Uzatmayayım. Yok yoktu.

Açıkçası görünen manzara şuydu: en basit bir hak talebi karşısında tüm dengesini ve soğukkanlılığını kaybeden bir iktidar bloku. Üstelik bu iktidar bloku tam da böyle “komplo teorileri” arasından sıyrılıp gelen kadrolardan oluşuyor. Yıllarca ulusalcıların ve bazı Kemalistlerin/sol grupların “ABD tertibi” olarak gördüğü bir Hükümet ve cemaatten söz ediyoruz mesela. Ve yine yıllarca gizliden gizliye İsrail ile işbirliği yapmakla suçlanmış bir iktidardan söz ediyoruz. Hayır. Böyle bir tarihten gelmek, böyle teorilerle/suçlamalarla savaşmak, iktidar blokunu bunu aynısını hem de misliyle yapmaktan alıkoymadı. Neden acaba?
Cevabın şurada yattığını düşünüyorum: “yabancı/Batı düşmanlığı” bu ülkede sağıyla soluyla, Kemalizmiyle, muhafazakarlığıyla çok güçlü damar bulan bir düşünüş ve davranış biçimidir. Bir siyasi akım ya da dinamikle başetmeye, onunla mücadele etmeye çalışan bir siyasetin aklına ilk olarak “Batı uşaklığı”nın gelmesi esasen bundandır. Bu suçlamayla sonuç alacaklarını düşünürler. Ve bu hiç değişmez. Yıllar yılı böyle devam etmiştir. Dolayısıyla AKP ve “bir bölüm” İslamcılar kendilerini bu işten sıyırmasalar iyi olur. “Ulusalcılık” yani Kemalizmin bir yorumu (ya da tercihe göre, bizzat kendisi) bu ülkenin damarında var. Kemalizm ile cepheden mücadele ediyor gibi görünen akımların bile bu çapta kronik bir ulusalcılıkla malul olmaları, anlamlıdır dolayısıyla.
 Ve tabii ikinci bir meselemiz daha var. Yine hem ulusalcılarda hem de muhafazakarlarda görülen. Bir vakayı, olguyu, dinamiği anlamak yerine, bir “kışkırtan” ile ya da bir “soy” ile açıklamak. Bu en büyük meselemizdir. Sağda, solda, daha da solda, bu hep vardır. Öyle rahat ederler. İslamcılığın bir kanadı koca bir modernleşme/cumhuriyet hareketini Mustafa Kemal’in Selanikli olmasıyla açıklamıştı mesela. Ulusalcıların bir kanadı ise ise Erdoğan ve Gül’ün Yahudi, ya da Gül’ün annesinin Ermeni olduğu iddialarıyla. Derin mesele. Ve öyle çok yolumuz var ki daha..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder