Perşembe

Umut, suskunluk, şaşkınlık..


(agos, 28 şubat 2013)

Haftasonu BDP heyetinin İmralı’da Öcalan ile görüşmesinin ardından doğan  hava, hayli umut vericidir. Her iki tarafta  da silahların susması konusunda ciddi bir irade oluştuğu görülüyor. Sürecin daha çok başında olduğumuzu unutmadan tüm kesimler, muhtemel çekincelerini kendilerine saklıyorlar ya da çok fazla dillendirmiyorlar. Süreci dışarıdan gözleyen kesimlerde de benzer bir –ihtiyatlı- umut, şüphe ve suskunluk havası hakim.
Birkaç mesele var, onları paylaşmak istiyorum. Öncelikle: süreçle ilgili tüm taraflardan, ama daha çok da kamuoyundan yani gündemi belirleme gücüne sahip kanaat aktörlerinden gelen “suskunluk” talebinin biraz baskıya dönüştüğünü gözlemliyorum. Evet elbette silahların susması, bu sürecin başarıya ulaşması, Kürt sorununda adil bir çözüm bekleyen tüm kesimlerin talebi, beklentisidir.  Fakat gitgide şöyle bir denklem oluşmaya başladı. Olup bitenlerle ilgili aklına yatmayan momentleri dile getirenler, süreci baltalamakla, hatta sürecin başarısız olmasını istemekle suçlanır hale geldiler. Bilhassa kendini solda ya da demokrasi cephesinde gören kesimler için böyle bir baskının –ve otokontrolün- oluşmaya başladığını sanıyorum söyleyebiliriz. Çok da sağlıklı olduğunu söyleyemeyeceğim.
Bununla bağlantılı olarak bir de şu var: evet devletin, AKP’nin temsil ettiği merkezi otoritenin, Kürt cephesiyle müzakereye oturması elbette ki  önemli bir gelişmedir. Devletin bundan önceki (yaklaşık 80 yıllık) performansı göz önüne alındığında bunun  ne manaya geldiği de açıkça anlaşılabilir. Ancak bu, tabii ki önemli olmakla birlikte fazla yüceltildiğinde merkezi otorite-siyasal Kürt hareketi denkleminde Kürt cephesini başka bir biçimde  “eşit” saymamayı da doğurma  tehlikesini içermekte. Kürt Sorunu’nun bu hale gelmesinde asıl sorumluluğun merkezi otoritede olduğunu akılda tutmakta fayda var. Evet elbette ki siyasal Kürt hareketinin hataları, yanlışları olmuştur, ancak geriye dönük süreç, bilhassa da Cumhuriyet tarihi düşünüldüğünde sorunun kaynağı merkezi otoritenin Kürtlere reva gördüğü pozisyondur. Dolayısıyla bu denklemde ısrar etmek, yani “Devlet Kürtler’le pazarlık ediyor, kolay iş değil” diye özetlenebilecek bir duruşta ısrar etmek, merkezi otoritenin yeni argümanlar geliştirmesini kolaylaştırmaya da yol açabilir. Bunu mesela şuradan test edebiliriz. Başbakan Erdoğan geçenlerde  konuya değinirken şunları söyledi:
“'Baldıran zehiri de olsa ülkemizin huzuru, refahı için onu içeriz' dedik. Yeter ki ülkemizin bu değerler silsilesi içindeki yapısından, bizden kimse herhangi bir feragat istemesin. Kimse bizden kalkıp da milli birliğimizi bozmaya yönelik bir şey talep etmesin. Onun için de ne diyoruz biz. Her zaman söyledik, bugün de söyledik. 'Tek millet' dedik, 'tek bayrak' dedik, 'tek vatan' dedik, 'tek devlet' dedik ve bunun içinde herkese yer var.”
Burada Erdoğan’ın kurduğu argüman aslında gayet açık. “Çok ama çok zor bir şeyi göze alıyoruz” diyerek çıtayı sürekli yüksekte tutmaya çalışıyor. Tamam, anlıyorum, Türkiye’deki çoğunluk için de bu zor bir konu ama bir dakika: Baldıran zehiri de nereden çıktı? Yapılmak istenen on yıllarca ikinci ya da üçüncü sınıf olmaya itilmiş bir halkın eşit vatandaşlar olmasını sağlayacak adımlar mı atmaktır, yoksa “olmayacak bir iş yapıyoruz, neredeyse intihar ediyoruz” havası yaratarak, muhtemel taleplerin önünü mü kesmektir? Daha da açık konuşayım: Kürtlere haklarını vermek baldıran zehiri içmeyle eş anlamlı olacak kadar bünyenin kendi kendini tahrip edeceği bir iş midir? Bu kadar mı ağırına gidiyor bu iş, çoğunluğun? Ve eğer öyleyse Türk kamuoyunu bu hale kim getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir?
Kürt cephesine bakacak olursak. Orada da Öcalan’ın mektuplarının ve perspektifinin basına sızmasının ardından “ihtiyatlı bir şaşkınlık” yaşandığını söylemek, galiba mümkün. Eğer basına sızanlar doğruysa –burada bir ihtiyat payı koymak lazım elbette, mektupları görmüş değiliz- Öcalan, “demokratik bir cumhuriyet” ve “demokratik bir anayasa”nın ilerisinde talepler öne sürmüyor gibidir. Evet elbette siyasal Kürt hareketinin talepleri bunlardan ibaret olabilir. Ancak bilhassa son üç yıldır, tabanıyla, dernekleriyle, siyasetçileriyle müthiş bir dinamizm içinde olan siyasal Kürt hareketi için bu taleplerin –bir sürücülük terimini ödünç alacak olursak- “kazık fren” anlamına geldiğini söylemek de mümkündür. Bu fren sonrasında bir şaşkınlık yaşandığını gözleyebiliyoruz. Ancak bu şaşkınlığın geçici  olacağı ve siyasal Kürt hareketinin sürece destek vereceğini de aynı oranda gözleyebiliyoruz. Burada tüm dikkatlerin AKP’nin atacağı adımlara odaklandığını, olası geri adımların sürece büyük hasar vereceğini söyleyebiliriz.
Aynı esnada tüm bu tabloya baktığımızda artık yeni bir resmi görüş oluşmaya başladığını da gözlemleyebiliyoruz. Bu resmi görüş AKP ve Erdoğan tarafından oluşturulmakta bilindiği gibi. “Milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz” cümlesiyle formüle edilen bu yeni resmi görüş, daha önce de defalarca yazdığım gibi bir nevi İslam kardeşliğine/milliyetçiliğine dayanıyor. Kaynağını da  büyük ölçüde Mehmet Akif Ersoy’da buluyor. Ve aynı zamanda “sorunu çözersek Türkiye havalanır” yan sloganıyla da bir zenginleşme/kalkınma hamlesine işaret ediyor. Dolayısıyla verilecek haklarının çerçevesini çizme hakkını da kendinde görüyor. Bu yeni resmi görüşü de haftaya açmaya çalışalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder