Pazartesi

Irkçılık belasından kurtulmuş mu oluyoruz?


(agos, 8 şubat 2013)

Geçen haftaki “Ulusalcılık ve dindarlık arasında Kürt  kimliği” başlıklı yazımı Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur. Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” sözleriyle bitirmiştim. Bu yeni bir argüman değil. Erdoğan ne zamandır kendisinin ve partisinin konuya böyle baktığını her fırsatta söylüyor. Ancak CHP’deki ırkçılık tartışmasının da gündeme gelmesiyle bu argümanı biraz daha revize etti. Daha doğrusu yaygın teknolojik tabiri siyasete uyarlayacak olursak “upgrade” etti.  Şöyle dedi son olarak:
 “Şu anda inkar politikaları ayaklarımızın altındadır. Asimilasyon politikaları ayaklarımızın altındadır. Kimse, benim Kürt kardeşimin varlığını inkar edemez. Her zaman şunu söylüyorum. Türkiye'de artık Kürt sorunu yoktur. Türkiye'de terör sorunu vardır. Biz burada etnik milliyetçiliklerin hepsine karşı olduğumuzu da söyledik. Biz Kürt milliyetçiliğine de karşıyız, Türk milliyetçiliğine de karşıyız, diğer milliyetçiliklerin hepsine karşıyız. Yaradılanı Yaradan'dan ötürü seviyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında bütünleşelim diyoruz.”
“Kürt sorunu yoktur” dışında, makul.. Değil mi? İlk okumada öyle görünüyor. Ama bana kalırsa meselemiz var. Geçen hafta Kürt sorununda dindarlık perspektifinin, aynı ulusalcılık  gibi sorunlu olduğunu, ulusalcılık nasıl ki bir üst kimlikte etnik kimlik/topluluk olarak tanınma iddialarından vazgeçmeyi dayatıyorsa, dindarlığın da buna benzer bir üst kimlikte aynı şeyi dayattığını söylemiştim. Erdoğan gitgide bunu bir “sistem” haline getirmeye, yeni devletin resmi tezini bu argümana oturtmaya çalışıyor.
Problem de burada çıkıyor. Çünkü bu yaklaşım, modern dünyanın ve etnik kimlik/tanınma taleplerinin geldiği son durum ile hayli uyumsuz. Daha doğrusu anakronik. Öncelikle: etnik, dini ya da mezhepsel kimliklerin (ki bu kimliklerin Cumhuriyet tarihi boyunca sert siçimde baskıya uğradıklarını aklınızda tutun) ne düzeyde temsil edileceklerine karar veren, bu imtiyazı iki dudağı arasında tutan bir otoriteden söz ediyoruz. Denecektir ki bu otorite yüzde 50 gibi bir oy ile çoğunluğu temsil etmekte, böyle bir imtiyazı olmasın mı? İlk bakışta makul gibi görünmekle birlikte bunlar aslen insan ve topluluk hakları ile ilgili konular oldukları için, yine bu düzeyde çözülmelidirler. Yani iktidardaki partinin oyu ister yüzde 50 olsun ister yüzde 25, bu konular merkezi otoritenin bastırageldiği kimliklerin, kamusal alanda ve yönetimde temsil edilmesi, ya da özerklikleri ile ilgili meselelerdir. Dolayısıyla iktidarın oy çokluğundan güç alan otoritesine bağlı olarak değerlendirilemez. Tam tersine bu argümanda  o otorite, bir baskı aracının meşruiyetini bulabilir.
Ve tabii iktidar demişken. Bu bireysel ve grupsal hak talepleri, ve tabii hak taleplerinin de ötesinde kamusal alanda ve yönetimde temsil edilme talepleri iktidardaki partinin ideolojisi ve dünya görüşü ile de bağlantılı olamaz. Yani mevcut örnekte gördüğümüz gibi, modern bir devletin, ülkedeki en büyük ikinci etnik grubun (ve diğer grupların) haklarını “Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü” gibi bir ilkeye göre tanıması ya da bu hakların sınırını bu ilkeye göre belirlemesi mümkün değildir. İlk olarak; burada zaten merkezi otorite, diğer etnik ya da dini grupları “sevilebilecek” ya da “sevilemeyecek” topluluklar olarak görme imtiyazını elinde tutuyor ki bu, serinkanlı bir biçimde düşünecek olursak,  aşağılayıcıdır. Düşünün, bir çoğunluk var, diğerlerini sevsek mi sevmesek mi diye düşünüyor ve sonunda “Eh, bunu da Allah yaratmış madem, sevelim” diyor. Lütfettiniz, sağolun..

İkinci olarak. Az önce dediğim gibi, modern ya da modern sonrası bir devlette, hak taleplerinde merkezin alacağı pozisyon, olabildiğince nötr olmaktır. Ve tabii bu hak taleplerini uluslararası-demokratik dünyada kabul gören esaslara, kabul edilen teamüllere göre karşılamalıdır. İlk başta çoğunluk için yadırgatıcı bile olsa, hak taleplerinin önünü baştan tıkamamalıdır. Ve elbette ki burada da kriter “sevmek/sevilmek” değildir. Dünyada böyle bir kriter yoktur.
Milliyetçiliğin gerçekten de ayaklar altına alınıp alınmadığı meselesine gelince. Burada ince bir çizgimiz var. Evet AKP’nin içinde yetiştiği siyasal kültür bilinen manada ırkçı olmadı. Milli Görüş zamanında da bu böyleydi, şimdi de. Dolayısıyla top bilhassa Kürt sorununda ne zaman ırkçılık-milliyetçilik sahasına girerse Erdoğan’ın “çekilin bakalım” deyip topu göğsüne alması, sonra da  ayağında peşpeşe saydırması normal. Fakat bu, merkezi otorite –baskı gören kimlikler sorununun peşinen çözüldüğü anlamına gelmiyor.
Burada AKP’nin en önemli argümanı “tüm milliyetçiliklere” karşı çıkmak. Evet böylece Türk milliyetçiliğini de mahkum etmiş gibi görünüyor, bu elbette ki olumludur,  ama böylece, diyelim ki Kürt ya da Ermeni kimliklerden gelecek hak taleplerini “milliyetçilik, Kürtçülük, Ermenicilik” olarak görme ve mahkum etme imtiyazını da elinde tutuyor. Oysa yazının  başında da söylediğim gibi burada asimetrik, eşitsiz bir durum var. Bilhassa Kürt ve Ermeni meselelerinde bastırılmış, sürülmüş, köyleri yakılmış, topluca öldürülmüş, kaybedilmiş, topraklarına/mülklerine el konulmuş, özetle merkezi otoriritenin gadrine uğramış gruplar var. Keza Aleviler ve Süryaniler meselesinde de durum benzer. Dolayısıyla bu grupların talepleri “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alma” argümanı içinde boğulursa, -ki böyle bir ihtimal görülüyor doğrusu-  merkezi otoritenin “milliyetçiliği/ırkçılığı” kaybolmuş olmaz. Tam tersine başka bir formül altında tahkim edilmiş olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder