Çarşamba

‘90’lar mı, başka bir dönem mi?

(agos, 17 ekim 2014)

Son bir haftada olup bitenlere bakan genişçe bir kesim Türkiye’nin Kürt meselesi bahsinde yeniden 1990’lara dönme eğilimine girdiğini düşünmekte, ya da en azından gidişatın buraya doğru olduğunu düşünerek bundan endişe etmekte. 90’lardan kastedilen elbette Kürt meselesinde sert bir politika izlenmesi ve güvenlik güçlerinin kimseye hesap vermez bir şekilde Kürt muhalefeti üzerinde baskı kurmasıdır. İlave olarak devlet güdümünde kurulan  bir örgüt olduğu kanaatini sürekli üzerinde taşıyan Hizbullah’ın yine Kürt muhalefetine yönelik saldırılarının başlaması ve karşı-şiddetini yaratmasıdır. Bingöl, Mardin ve Diyarbakır’daki –karşılıklı diyebileceğimiz- karanlık ve gaddarca cinayet, saldırılar ve devletin yargısız infazlarına ek olarak Salı günü Adana’da Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun (yine 1990’ları andıran bir şekilde) ensesinden vurularak öldürülmesi bu düşünceleri, şüpheleri güçlendiren hayli iç karartıcı gelişmeler. Dolayısıyla tam olarak 90’lara dönmesek bile, kimi aktörlerin böylesi bir dönüş için gayet hazır bir biçimde beklediğini görebiliyoruz.
Beri yandan şunu da hesaba katmakta fayda var. Eğer böyle bir sarmala girersek döneceğimiz yer ‘90’lar mı olur? Yoksa yeni bir şey mi? Ya da o yeni şeyin içinde miyiz zaten? Bu sorular üzerinde durmak isterim.
90’lar benzetmesini yaparken öncelikle iki etken üzerinde durmak lazım. İlk olarak iktidarın yapısı, karakteri. İkinci olarak toplum. İktidarın yapısına, karakterine bakalım öncelikle.
Daha önce de sık sık dikkat çektiğim gibi, her krizden hegemonya alanını genişleterek çıkan bir parti-devlet ile karşı karşıyayız. Gezi muhalefetinden, protesto gösterilerinin fiili olarak yasaklanması ile çıktık. Son bir yıldır iktidarın hazzetmediği konularda kent merkezinde irili ufaklı gösteri yapmak mümkün olmuyor. Tüm gösteriler zor marifetiyle dağıtılıyor. 1 Mayıs’ı da artık Taksim’de kutlamak mümkün değil. 17 Aralık soruşturması da yine AKP’nin hegemonya alanını genişlettiği bir krize dönüştü(rüldü). MİT yasası çıktı, her türlü muhalif odak, tanımı belirsiz bir “paralel yapı”ya tıkıştırıldı. Son olarak Yeni Şafak gazetesinde merkez medyada muhalif –ya da AKP’ye mesafeli- olmayı sürdüren gazetecilerin başlarına bir şeyler geleceği alenen yazıldı. Bu son gelişmelerden de AKP, hegemonya alanını genişleterek çıkacak gibi görünüyor. Yakında TBMM’ye geleceği anlaşılan yeni yasal düzenlemeler güvenlik güçlerine geniş yetkiler verirken, çıkan haberlere bakılırsa “Hükümet’e karşı suç” gibi her yere çekilebilecek hayli tehlikeli bir suç cinsi de literatüre giriyor.
Beri yandan bundan da tehlikelisi Erdoğan’ın krizle başa çıkma yöntemini Başbakan Davutoğlu’nun da aynen hatta daha da iştahla devralmasıdır. Nedir o? Şöyle tarif etmek mümkün. Egemenlik alanına yönelik herhangi bir tehdit belirdiğinde (ki bu aslında genelde bir “toplumsal dinamik” özelliğini taşımakta, her ülkede yaşanabilecek bir gelişme olmaktadır), bunu bertaraf etmek için tüm gücüyle o dinamiğe saldırmak, bütün toplumsal, etnik, mezhepsel fay hatlarını harekete geçirmek, bir iç savaş çığırtkanlığı yapmak, elindeki medya gücü ve heveslileri marifetiyle her türlü komplo teorisini dolaşıma sokmak, bu alanda eski devletin ulusalcı argümanlarını aratmamak, hatta  kat be kat aşmak. Ve elbette söz konusu toplumsal dinamik “Kürtler” olduğunda yine eski devletin argümanlarına başvurmak, Kürtleri “sopa” ile tehdit etmek.

Erdoğan bu yöntemle ne elde temektedir? Şu çok açık ki oy oranını en azından korumakta, AKP açısından bakılacak olursa tehlikeyi bertaraf etmekte. Dolayısıyla etrafında Erdoğan’a muhtaç bir kadro yaratmakta. Bir açıdan şöyle oluyor: AKP sürekli tehlikeye düşüyor ve Erdoğan gelip bunları –bir kez daha- kurtarıyor. Bir de şu: AKP seçmeni içindeki önemlice bir kesim de “Erdoğan giderse biz biteriz” hissine kapılmakta, böylece ilk başta –diyelim 2002’de- gayet amorf duran seçmen kitlesi gitgide kemikleşmekte.
Ama sadece bu olmuyor. Her seferinde üzerine oynanan bu etnik, mezhepsel, toplumsal faylar, bir anlamda gerilim biriktiriyor. Erdoğan ve çevresi bir ihtimal devlet ne kadar kışkırtırsa kışkırtsın bu ülkede uzun süreli bir iç savaş çıkmamasına güveniyor olabilirler, bilemem. Ancak krizle bu şekilde başa çıkma yöntemi, çok açık ki bir tortu bırakıyor ve halihazırda bir iç savaştan sekansları zaten yaşıyoruz.
Şu soruya yanıt aramak zorundayız mesela: çözüm sürecinin tam ortasındayken, sokağa çıkan gruplardaki şiddetle, bilhassa Batı’da Kürtlere yönelik şiddeti nasıl açıklamalıyız? Evet provokasyon bir açıklama yöntemidir ve muhtemelen bu kalabalığa birileri girmiştir. Eski devletin bazı unsurlarının da bu fırsatı kaçırmayacağı hesaba katılmalıdır. Ancak bunlar tabloyu tam olarak açıklamıyor.
Bilhassa bölgedeki genç Kürt nüfusun (ki önemli bir kısmı 20 yaşın altındadır) neredeyse engellenemez, zaptedilemez biçimde hareket etmesi, Batı’da, İstanbul’da Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı dış mahallelerde Kürtler’e yönelik bir nefretin, tepkinin birikmesi bize ne söylüyor?
Hiç şüphesiz böylesi patlamaları birkaç cümleyle ya da tek bir formülle açıklamak mümkün değildir. Ancak iktidarın her toplumsal krizde ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir dil kullanmasının, sürecin en yolunda gittiği zamanlarda bile Kürt  hareketine yönelik suçlayıcı bir dil kullanmasının bir payı yoktur diyebilir miyiz? Son olayda da Erdoğan’ın tavrı HDP kitlesini kastederek “Gördükleri türbanlılara, sakallılara saldırıyorlar” demek oldu.
Bu, söylem düzeyindeki durum. Beri yandan “operasyonel” anlamda da AKP devletinin yine her tür karanlık faaliyete girebileceği ortada. Bingöl’deki polise saldırı ve akabinde 4 kişinin öldürülmesi, gayet şüpheli bir olay olarak önümüzde duruyor. Üstelik bu vaka iktidarın “hemen cezalandırıldılar” sözleriyle, yani linç hukukunu meşru kılan sözleriyle karşılandı.
Velhasıl. Dönersek sanıyorum 90’lara dönmeyeceğiz. Daha başka bir şeye döneceğiz, ya da döndük. Gayretimiz bu gidişatın durdurulmasına yönelmeli, derim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder