Cuma

Yeni iktidarın yapısı..


(agos, 11 ağustos 2011)
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve emekliliği yaklaşan kuvvet komutanlarının istifa etmesinin ardından yeni bir döneme girdiğimiz ortada. Zaten bu yönde bol bol yorum ve makale okumuş olmalısınız. Bu istifalar AKP-Gülen cephesinin ordu karşısında geri adım atmama prensibinin mantıki ve doğal bir sonucu olarak görülse  de, olup bitenler hiç şüphesiz tarihte bir dönemeç oluşturacak.Artık o topa bir daha girmeyip, iki soruya yanıt aramaya çalışacağım.1) Bu sadece AKP’nin marifeti mi? 2) Ne yani sivilleştik, demokratikleştik mi, her şey tamam mı?

İlk soru ile başlayalım. Bu sadece AKP’nin marifeti mi? Büyük ölçüde öyle tabii,  ama uluslararası konjonktürü de hesaba katmak gerekir. Burada uluslararası derken de ABD’nin dünyadaki pozisyonunu kastediyoruz. Biraz siyasi zihin egzersizi  sahasına  girsek de şunu söylemem mümkün: ABD’nin içine girdiği sıkıntılı koşulların AKP’ye yaradığını düşünebiliriz.2000 yılına gidelim. Klasik ABD sağı’nın daha rafine ama daha saldırgan formu olan Neo-Con’lar aslında Clinton döneminde iyice palazlanmışlar ve iktidara yerleşme hesapları yapmışlardı. Bunun için bir Cumhuriyetçi başkan yeterliydi . Oğul Bush’un son derece tartışmalı bir biçimde 2000 yılında başkan seçilmesiyle istedikleri oldu. Savunma Bakanlığı çevresinde kümelenen bu grup (Donald Rumsfeld,Paul  Wolfowitz, Richard Pearl gibi tanınmış simaları vardır) dünyada ve bilhassa Ortadoğu’da yeni bir sistem  kurma arayışındaydılar. Bekledikleri  fırsat 11 Eylül ile kucaklarına düştü.  Bu fırsatı kullandılar ve ilk önce Taliban’ı ezme  bahanesiyle Afganistan’a girdiler. Ama bu onlara yetmiyordu çünkü asıl olarak Irak ve İran’ın da “yola getirilmesi” gerekiyordu. İkinci lokma olarak da Irak seçildi. Herşey gözlerimizin önünde oldu, yalan raporlar, sahte beyanlar vs marifetiyle kamuoyu Irak işgaline “ikna” edildi ve oraya da girildi. Hedef  Saddamı’ı  devirip kukla yönetim kurmaktı. Bu da yapıldı. Ancak ortalarda bir yerde plan aksadı. Ki zaten  aksayacağı ayan beyan ortadaydı. Tam da bu aşama, AKP’nin talihinin yurtdışında da döndüğü aşamadır. O ana kadar Neo-Con’lar hakim oldukları düşünce kuruluşları ve medya organları vasıtasıyla Türkiye’ye de nizam vermeye çalışıyorlardı. Tezkere’nin kabul edilmemesi sonrası Wolfowitz’den gelen “İlişkiler bozulur” açıklamasını hatırlayın. (Bu tezkere konusu  tabii AKP açısıdan ayrıca ilginç, oraya döneceğim) Hatta bunun da ötesine geçerek “çuval” olayında olduğu gibi doğrudan  gözdağı operasyonlarına bile geçebiliyorlardı. Ancak beklenen oldu ve Ne-Con’ların stratejisi duvara çarptı. Afganistan ve Irak gibi iki zor (ve skandal boyutundaki) operasyon ABD ve Batılı koalisyon askerlerinin çok sayıda kayıp vermesiyle çöktü. Bu koalisyonun çok sayıda sivil öldürmesiyle ikinci bir duvara daha çarpıldı . Ve Guantanamo, El Garip hapishanelerinde yaşanan insan hakları ihlalleri Neo-Con’ların tabutuna son çiviyi çaktı. Böylece Türkiye’deki İslami partilerin iktidarda kalma konusunda “hassas” olabilen, daha da açık konuşalım, Ortadoğu’daki tüm İslamcı hareketler konusunda bağnazlık derecesinde “operasyonel” olabilen Neo-Con klik, yenilgiye uğradı. ABD elitleri bu kliği kenara attı. ABD’nin ilk siyah  Başkanı Obama da zaten bu dengeler içinde seçildi. Bu denge, açık konuşalım, AKP’nin elini rahatlatmış, TSK’yı da yalnız bırakmıştır. Yanlış anlaşılacağımı sanmam ama yine de not düşeyim, iyi de olmuştur. Böylesine kör (ve gaddarca) bir strateji ile yola çıkmasaydı bu klik, belki duvara da toslamaz ve hala Washington’da etkili olabilirdi. İşte burada AKP yönetiminin  tezkere geçsin diye ne kadar çaba gösterdiğini hatırlamanın zamanıdır. Erdoğan ve Gül tezkere geçsin diye baskı yaparken kafalarında muhtemelen bambaşka hesaplar (TSK ile PKK’yı bitirip, bölgede aktör olma) vardı ama TBMM’nin hayır demesi de Neo-Con’lara ciddi bir darbe oldu. Bu genel tabloya Batı kapitalizminin girdiği uzun süreli krizi eklemiyorum bile.
İkinci dış etken hiç şüphe yok TSK’nın kendisidir. Seçilmiş hükümetlere karşı “operasyonel” olmaktan hiç vazgeçmeyen TSK,  karşısında muhtemelen bu kadar geniş bir istihbarat ağı  ve dirençli bir Hükümet bulacağını hesap etmemişti. Ve tabii seçmen desteği. Çankaya krizi sonrası yapılan Temmuz 2007 seçimleri TSK’nın da duvara çarptığının bir simgesi, gerçek miladıydıi. Şimdi olan, duvara çarpıp dağılan otomobilinin parçalarını toplamak.
Peki şimdi ne olacak? Sivilleştik ve demokratikleştik mi?  Sivilleşmeyi TSK’nın etkin olmadığı bir siyasi hayat olarak anlıyorsak, evet. Ancak gerçek bir sivilleşme ve demokratikleşmeden söz etmek için ise temkinli olmakta fayda var. Şöyle tarif etmek  faydalı olabilir: TSK’nin vesayetinden kurtulmak, mantıken siyasi söyleminden  da kurtulmak anlamına gelmeli. Fakat mevcut tabloda  yaşanan daha çok bir iktidar oyununu  andırıyor çoğu zaman.  Seçilmiş Kürt siyasi hareketi temsilcilerine bakışta hiçbir fark yok, AKP cephesinde ve medyasında. AKP’nin Öcalan ile anlaşma yapıp meseleyi paketleme stratejisi duvara çarpalı beri, seçilmiş Kürt siyasi hareketine yönelik psikolojik baskı daha da yoğunlaştı. Bu taktik hücumların  dışında Kürt Sorunu’na bakışta da temel bir farklılık da gözlenmiyor.  Sonuçta çözüm dediğimiz,  yeni bir bakış açısı gerektirir. Bunu hiç göremiyoruz AKP’de. Yetmezmiş gibi AKP’nin kafasında  silahlı mücadeleyi özel harekatçı polislere devretmek  gibi bir proje de var, biliyorsunuz.
Bu böyle de diğer alanlar nasıl? Kıbrıs meselesinde  değişen bir şey yok, neredeyse Denktaş’ın söylemini sahiplendi  Erdoğan.AB konusunda ters yoldan giderek de olsak, yine aynı yere geldik: 0 temas, ilişkileri dondurma. Ermenistan gibi konuları saymıyorum bile. Keza toplumsal muhalefet konusunda da polisin ve yargının yaptıkları ettikleri pek de tartışmaya yer bırakmayacak biçimde, ortada. Bu tabloya AKP ve medyasında ayyuka çıkan “işte bizim genelkurmayımız” güzellemelerini de eklersek  yeni iktidar yapısının artık “daha bir dikkatle” izlenmesi gerektiği sonucuna varırız. Zira yaşanan, demokratikleşmeden çok bir iktidar konsolidasyonunu andırıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder