Cuma

Vesayet gitti, “askerî” kaldı..


(agos, 12 ekim 2012)

Suriye ile yaşanan krizin bir savaş ihtimali kazanmasıyla birlikte Hükümet’ten gelen açıklamalar düşündürücüdür. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bir çok AKP’linin kibirli ve saldırgan bir devlet dilini rahatlıkla kullanır hale gelmesi, buna ek olarak “Savaşa hayır” diye özetlenebilecek ilkesel bir tutum alanları hedef tahtalarına koymaları, AKP’nin bu konuda ne kadar hırçın olabileceğini ortaya koydu. Peki bu tablo, AKP’nin sağcı bir parti olarak Ortadoğu’da aktör olma özlemleriyle açıklanabilir mi sadece? Bence sadece böyle değil. Daha kapsamlı bir soru ve sorunla karşı karşıyayız sanki.
Biraz geçtiğimiz yıllara ve ilk bakışta konuyla ilgisiz gibi görünen başka bir sürece bakalım. İç siyasetteki senaryoyu artık aşağı yukarı biliyoruz. AKP, oy desteğinin de verdiği güvenle TSK ve devlet içindeki “askeri vesayet” yanlısı unsurları temizlemiş, çoğunu yargıya havale etmiştir. Keza yargı içinde de “askeri vesayet” yanlısı unsurlar  minimuma indirilmiştir. Senaryomuz çok kabaca bu. Buraya baktığımızda artık şunu açık yüreklilikle kabul edebiliriz. Gerek TSK içinde, gerekse diğer kritik mevkilerde Ordu’nun, ya da Türkiye’de bilinegelen adıyla “vesayet sisteminin”, sivil siyasete müdahale etmesinin yolu kapanmıştır. Darbe yapabilecek unsurlar büyük ölçüde temizlendiği gibi, kritik yargı, seçim vb gibi kararlarda da vesayet sistemi lehine adımlar atacak odaklar artık etkili konumda değillerdir. Herhalde bu tabloda üç aşağı beş yukarı mutabıkız. Fakat burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor. Gelinen durumda gerçekten “sivil” bir siyasetten mi bahsediyoruz?
Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta sonu “Ne barışı?” diye savaş politikalarına karşı çıkanlara fırça atmasından bu yana dikkat çekici açıklamalar geldi AKP cephesinden. AB ile ilişkilerden sorumlu bakan Egemen Bağış şöyle dedi: “Bugün Türkiye'nin askeri gücü Suriye'yi birkaç saat içerisinde yok edecek noktadadır çok şükür. Ama bizim Suriye halkıyla bir sorunumuz yok. Bizim komşularımızla dostlarımızla hiçbir ülkenin halkıyla bir sorunumuz yok.”  Aynı zamanda eski bir komutan olan (emekli tümgeneral) AKP milletvekili Şirin Ünal’ın  Akşam gazetesine verdiği röportaj da hayli dikkat çekiciydi doğrusu. Bir bölümünü aktarmak gerekecek:
“En kötü ihtimal savaş. Savaş çıkarsa, başlarına yıkarız orayı. Ama oraya geleceğini sanmıyorum. ('Güvenli bölge', 'tampon bölge' tartışılıyor? sorusu üzerine) İnşallah oraya gelmez ama gelirse bunlarla uğraşmayız. Doğrudan Şam'a yürürüz, bayrağı indiririz. (...)Deler geçeriz ya inşallah. Golan'a kadar gideriz belki.”
AKP’li Şamil Tayyar’ın “3 saatte Şam’a varırız” açıklamasını da bu listeye ekleyelim. Denecektir ki, böyle dönemlerde olur bunlar, vekillerden bakanlardan bu cins açıklamalar gelir vs. Ben şahsen bu rahatlık içinde göremiyorum bu beyanları. Nihayetinde “Savaş”tan bahsediyoruz.
Şöyle bir geriye çekilip baktığımızda AKP’nin toplumu savaş ihtimaline hazırlamak için hayli çaba gösterdiğini görebiliyoruz. Bir ihtimal, AKP bir anket yaptırmış ve toplumun Suriye ile savaş istemediğini görmüştür, bilemiyorum. Ancak sebebi ne olursa olsun bu çapta bir müdahale kışkırtıcılığı (Buna AKP yanlısı basının/köşe yazarlarının yorumlarını da katalım)   AKP’nin Türkiye’deki mevcut orduyla ilgili hesapları olduğunu ortaya koyuyor. Bu, yakın tarihte sık rastlanan bir durumdur. Çok güçlü iktidarlar,  bir aşamada güçlerini ülke sınırları dışında da test etmek isterler.
Ülke içinde test edilecek alan kalmamıştır çünkü. Tüm muhalefet mağlup edilmiş, iktidarı tehdit edecek hiçbir dinamik kalmamıştır. İşte böyle durumlarda içte ve dışta yeni bir siyasi alan açmak adına, göze kestirilen, kolay lokma olacağı düşünülen küçük ülkelere ya savaş açılır ya da savaş tehdidiyle üzerlerinde müthiş bir baskı oluşturulur. Bu, diğer bölge ülkelerine ve aynı kantardaki rakip ülkelere de bir gözdağıdır aslında. Bölgede yeni bir hiyerarşi kurulacağını, bazı ülkelerin altlarda, bazı ülkelerin ise üstlerde yer alacağını ilan etmektir. Ve aynı zamanda  sadece ülke içinde değil, ülke dışında da güçlünün zayıfı ezeceği bir sistem öngörmektir. Tabii bu politika açık açık telaffuz edilemeyeceği için bazı gerekçeler bulunur. Mevcut gerekçe “Esad zulmüne son vermek”  Ancak baktığımız zaman  Türkiye’nin Suriye’deki karışıklığa boğazına kadar battığı da görülüyor. Ve bunun bilinçli bir tercih olduğunu artık biliyoruz herhalde.
Dolayısıyla tabloya genel olarak baktığımızda Türkiye’nin askerî olarak da bölgede bir güç olmaya çalıştığını, hatta caydırıcı, ürkütücü bir güç olmaya çalıştığını söyleyebiliriz sanırım. Peki Türkiye, yani bu durumda AKP, bu tür hegemonyacı eğilimler içindeyse –becerir ya da beceremez o ayrı-, rotayı bu yöne kırdıysa (ki Suriye krizi öncesinde de bilhassa Davutoğlu’nun politikasına, demeçlerine baktığmızda bu eğilim görebiliyorduk) askerî vesayetin ne kadar dışına çıkmıştır ve ne kadar sivil bir siyaset izliyordur sizce?
Hükümet’e sadakatle bağlı bir Ordu’yu yurtiçinde değil de yurt dışında bir manivela olarak kullanmak askerî vesayetin kalktığı manasına gelmiyor, üzgünüm. (Ki yurtçindeki Uludure vakası, olduğu yerde duruyor hala) O mantığın, sivil hükümet tarafından devralındığını gösteriyor. Tek başına bu, hiç de mahsuru olmayan bir gelişme olurdu belki. Nihayetinde bunu kullanan sivil iradedir, oyla gelir oyla gider, ordunun da sonuçta sivil siyasetin emrinde olması gerekir,  der geçerdik. Ancak burada sivil hükümetin benimsediği söylem, yine askeri, orduyu ve askeri gücü yücelten, mutlaklaştıran, toplumu askeri/hegemonyacı hedefler etrafında bloklaştırmaya çalışan, liderin gösterdiği hedefe sorgusuz itaat edilmesini isteyen hayli milliyetçi bir söylem ise, herhalde durup bir düşünmemiz gerekecek, “askerî vesayet” konusunda..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder